İLK MUHÂCİRLER

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Bilindiği gibi Mekke’den Medine’ye hicret kafilesinin başını çeken ilk muhâcir, Hazret-i Ebû Seleme Abdullah bin Abdulesed el-Mahzûmî -radıyallâhu anh- idi.1

Mekke çilesi içinde, sıkıntı üzerine sıkıntı çeken bu seçkin sahâbe; bir yolunu bulup hicret ederek Kuba’ya varmıştı. Onun ardından da diğer sahâbîler; duruma göre birer, ikişer, üçer, beşer, kafileler hâlinde hicret etmeye başlamışlardı.2

Hazret-i Ebû Seleme, Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın halalarından Berre Halanın oğluydu. Ebû Seleme’nin hanımı Ümmü Seleme Hind bint-i Ebû Ümeyye bin Muğîre el-Mahzûmiyye idi. Hanım sahâbîler arasında özel bir yeri olan bu seçkin hanım sahâbe, uzun yıllar bu meşhur hicret yolculuklarını anlatmaya devam edecekti. Gerçekten çok büyük zorluk çekmişti çünkü.3

Bütün kaynaklarımızda genişçe yer tutan meşhur hicret hâdisesini, ayrıntıları ile beraber anlatan, bu hicreti bizzat yaşayan Hazret-i Ümmü Seleme Hind olup, şöyle dile getirir:4

“–Medine’ye ailece hicret etmeye karar verince devemizi hazırladık. Deveye önce ben binip, oğlum Seleme’yi kucağıma aldım. Kocam Ebû Seleme de devenin yularını tuttu ve yola koyulduk. Daha yeni hareket etmiştik ki; mensubu olduğum Muğîre oğullarının erkekleri, bizi böyle ailece yola çıkmış görünce, bir anda önümüzü kestiler. Öfkeli bir şekilde tehditler savurarak, kocama çıkışmaya başladılar:

–Ey Ebû Seleme! Sen kendini elimizden kurtarmaya çalışıyorsun, buna bir diyeceğimiz yok! Ama hanımını götüremezsin!

–Neden, hanım da çocuk da benim değil mi?

–Ümmü Seleme Hind senin hanımın olabilir. Ama o bizim kabîledendir. Sen bizim kabîleden olan birini alıp götüremezsin!

–Ben sizden bir şey istemiyorum ki! Sadece ailemle beraber hicret etmek üzere yola çıkıyorum.

–Onu alıp bizden uzak bir yerlere götüremezsin!

–«Götürürüm!» «Götüremezsin!» derken, bir anda iş büyüdü. Öyle ki, beni kucağımdaki çocukla birlikte zorla deveden indirip alıkoydular. Bu hâdiseyi duyan, kocam Ebû Seleme’nin akrabaları olan Abdulesed oğullarının erkekleri, koşarak oraya geldiler:

–Neden ayırdınız bu aileyi?

–Biz kendi kabîlemizden olan Ümmü Seleme’yi bir yere göndermeyiz!

–Evli bir hanımı kocasından nasıl ayırırsınız peki?

–Ya kocası burada bizimle kalır ya hanımını alırız elinden!

–Eğer siz hanımını alıkoyarsanız, biz de çocuğu size bırakmayız! Çünkü o çocuk, bizim kabîleden olan Ebû Seleme Abdullâh’ın oğludur!

–Ama aynı zamanda bizim kabîleden olan Ümmü Seleme Hind’in de oğludur!

–Bir yandan böyle atışıyorlar, bir yandan da zavallı çocuğu aralarında çekiştiriyorlardı! Yavrucağı; «Alırız!» «Alamazsınız!» derken, öyle çekiştirip durdular ki sonunda zavallı çocuğun kolu çıktı! Buna rağmen arbede devam etti! Zavallı çocuğun attığı çığlıklara bakmadan hem bizden ayırmışlar hem de kolunu çıkarmışlardı.

Abdulesed oğullarının adamları, çocuğumu alıp götürdüler.

Muğîre oğulları da beni çekip götürdüler.

Kocam Ebû Seleme ise çaresiz bir şekilde gözyaşları ile beraber Yesrib yoluna düştü. Ailece hicret edecektik, ama gel gör ki kocam tek başına hicret etmek zorunda kaldı. İnsanlık ve insaftan yana nasipsiz akrabalar, bizi böyle parçalamışlardı. Ben bir yanda, kocam bir yanda, çocuk bir yanda; her birimiz bir yana savrulmuştuk!

Neyse ki, her şeye rağmen Allâh’a tevekkül eden kocam, hicret için yoluna devam etti.

Ben de çile dikenliğine düşmüştüm! Her sabah Mekke dışındaki Ebtah mevkiine çıkar, orada oturur akşama kadar ağlardım. Bir yandan ağlar, diğer yandan da yana yakıla duâ ederdim. Parçalanmıştık, her birimiz bir yandaydık! Bu durum bir yıla yakın devam etti. Yine bir gün Ebtah’ta oturup, çile dikenliğinden gül devşirmeye çalışıp, gözyaşlarımı gönlüme akıtarak duâ ediyordum. Ben bu hâldeyken amcam oğullarından Ahmed bin el-Muğîre oradan geçiyordu. Benim bu acıklı hâlimi görünce şefkat damarları kabarıp, bana acıdı. Sadece acımakla yetinmeyen Ahmed bin el-Muğîre, hemen gidip kabîlesine sertçe çıkıştı:

–Bu kadar zulüm yeter artık! Zavallı kadıncağızın yakasını bırakmayacak mısınız daha? Bu kadarı yetişir, insafa gelin! Onu, kocasını ve çocuğunu birbirinden ayırdınız! Yeter artık!

Kavmi ile münakaşa eden Ahmed bin el-Muğîre, nihayet akrabaları için teminat almayı başardı. Onlar da kalkıp yanıma geldiler;

«–Eğer hâlâ istiyorsan kocanın yanına gidebilirsin!» dediler!

«–İstiyorum elbet, ama oğlumu almadan bir yere gitmem!» dedim!

«–Biz seni alıkoymuştuk, şimdi serbest bırakıyoruz. Oğlun ise Abdulesed oğullarının elindedir. Biz ona karışamayız!» dediler!

–Muğîre oğullarının beni serbest bıraktığını gören Abdulesed oğulları da, oğlumu getirip bana teslim ettiler. Sevgili oğluma bir yıl sonra ancak kavuşmuştum! Oğluma kavuşur kavuşmaz, hiç vakit kaybetmeden onu kucağıma alarak deveme bindim. Bir yandan hicret etmek, diğer yandan da kocama kavuşmak üzere, Yesrib’e doğru yola koyuldum. Kucağımdaki sevgili oğlum ile beraber, bu uzun ve yorucu yola yapayalnız koyuldum. Bir yandan yol alıyor, bir yandan da;

«–İnşâallah yolda birilerini bulur, ona katılırım; sonra da yoluma devam eder gidip kocama kavuşurum…» diye iç geçiriyordum. Ben bu şekilde Ten‘im’e kadar vardım. Yolun zorluklarını düşünürken, orada Abduddâr oğullarının akrabalarından Osman bin Talha’ya rastladım. Beni tanıyan Osman bin Talha merakla yanıma gelip sordu:

–Ey Ebû Ümeyye’nin kızı Hind, nereye böyle?

–Yesrib’e, kocama gidiyorum!

–Beraberinde kimse yok mu?

–Hayır, Allah’tan ve şu yavrumdan başka kimse yok!

–Yemin olsun ki seni yalnız bırakmayacağım! Seni götürüp kocana teslim edeceğim!

«–Eğer bunu yaparsan bana çok büyük bir iyilik yapmış olursun.» dedim. Osman bin Talha hemen devesi ile benim önüme düştü. Böylece birlikte yola koyulduk. İnanılmayacak kadar ince ve nâzik davranan Osman bin Talha, her bakımdan çok fazîletli bir yol arkadaşı oldu. Yorulup konaklanacak bir yere geldiğimizde, benim devemi çöktürüyordu. İndikten sonra da devemin sırtından yükümü indiriyor, onu ağaca bağlayıp, kendisi biraz uzağa çekilerek ayrı bir yerde dinleniyordu. Ben de, bana gösterilen ağacın altında dinleniyordum. Hareket zamanı gelince; yine devemi hazırlıyor, yükümü üzerine yüklüyordu. Benim de rahatça deveye binmem için deveyi çökertiyor, sonra bir kenara çekilerek;

«–Mola bitti, haydi şimdi devene bin!» diye sesleniyordu. Deveme bindikten sonra yine önüme düşüyor, ikinci bir konaklama yerine kadar böylece devam ediyorduk. Onun yardımıyla bu şekilde yolculuğumuz Kuba’ya varıncaya kadar sürdü. Medine yakınlarındaki Amr oğulları kabîlesine ait Kuba Köyü’nü görünce, son defa bana dönüp şöyle seslendi:

–Ey Ümmü Seleme Hind! İşte, kocan bu köydedir! Allâh’ın selâmeti başına olsun! Ben artık dönüyorum!

«–Allah sana her şeyin hayrını versin ey Osman bin Talha! Allah yolunu açık etsin! Allah sana en kısa zamanda hidâyet versin!» diye duâ ettim;

«–Selâmetle kal!» dedikten sonra döndü. Hem yol boyu ve hem de ardından çok duâ ettim. Öyle zannediyorum ki Osman bin Talha da ileride İslâm ile şereflenecek!

–İnşâallah ey Ümmü Seleme, inşâallah!5

–İslâm’da bizim ailemizin başına gelen musîbetin, başka bir ailenin başına geldiğini bilmiyor ve de sanmıyorum! Osman bin Talha’dan daha iyi bir arkadaş görmedim! Allâh’a yemin ederim ki, Araplar arasında bu zât kadar fazîletli birine rastlamadım. Osman bin Talha gerçekten çok iyi bir adamdı!”6

Osman bin Talha, gün gelecek Peygamber Efendimiz’in seçkin sahâbîleri arasına girecekti.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

______________

1 Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 285.
2 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 112.
3 Vâkıdî, el-Megazî, c. 2, s. 838.
4 Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 169.
5 Ezrakî, Ahbâru Mekke, c. 1, s. 268. Osman bin Talha -radıyallâhu anh-, Hudeybiye barışından sonra müslüman oldu.
6 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğābe Fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 7, s. 341-342; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 312; İbn-i Hacer el-Askalānî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 458-459.