ALIN TERİ
Ali AĞIR aliagir70@gmail.com
Şevket, yol kenarındaki bahçesinde zeytin ve incir ağaçlarını suluyordu. Öğle vakti olduğu için hava oldukça sıcaktı.
Son model bir araba bahçenin girişinde durdu. Bu mevsimde yoldan geçenlerin bazıları, dalları yola sarkan ağaçlardan incir yemek için dururdu. Bu yörenin incirleri gayet tatlı ve ballı olurdu:
–Selâmün aleyküm, kolay gelsin!
–Aleyküm selâm abi, sağ olun!
–Müsaaden olursa incirlerden alıp yemek istiyoruz…
–Tabiî ki alabilirsiniz. Afiyet olsun…
Bu, babalarından kendisine ve kardeşlerine kalan en büyük mîrastı. Allâh’ın kendilerine ikrâm ettiği nimetlerden; gelip geçen insanlar yerler, bazen de birkaç kilo kadar toplayıp evlerine götürürlerdi. Rahmetli babası, buna çok sevinir, tanıdık tanımadık herkese hakkını helâl ederdi.
Şevket, hem biraz nefeslenmek hem de incirlerin daha olgunlarından ikrâm etmek için bahçenin girişine yöneldi. Giderken çamurlu olan ellerini damlama fıskiyelerinin birinden akan suyla yıkadı. Bir asmadan birkaç salkım üzüm kopararak selâm veren kişinin yanına vardı ve;
“–Hoş geldiniz!” dedi.
Ağacın gölgesinde duran kişi ellili yaşlarda biriydi. Yanında yine onun yaşına yakın ama biraz daha genç bir kadın duruyordu. Kadının arkasında genç bir erkek, arabaya yaslanmış 16-17 yaşlarında bir kız vardı.
Üzüm salkımlarını daha önceden oraya bıraktığı plâstik kasaya koydu, incir ağacına çıktı. Bir yandan da aşağıdaki kişiyle konuşuyordu:
–Hayırdır abi, nereden gelip nereye gidersiniz?
–Ben fabrika müdürüyüm. Yanımdakiler de eşim ve çocuklarımdır. Bir sonraki köyün imamı çocukluk arkadaşım. Geçen ay babası vefat etti. Daha önce fırsat bulamamıştık, şimdi tâziyeye gidiyoruz.
Bu güzel incirleri görünce dayanamadık; «Müsaade edilirse birkaç tane yer, sonra da ne kadar yolumuz kaldı öğreniriz.» diye durduk.
–Yolunuz az kaldı. Bir aksilik olmazsa 20 dakikaya oraya varırsınız. Ama sıcağa kalmışsınız. Bu mevsimde bu civarda öğle vakti, îcap etmeden kimse dışarıya çıkmaz!
Ağaçtan inen Şevket, elindeki sekiz-on kadar iyice olgunlaşmış inciri biraz önceki kasanın içine üzüm salkımlarının yanına koydu:
–Buyurun, yiyebilirsiniz…
Kız hâlâ arabanın yanındaydı. Yerinden hiç kıpırdamamıştı. O hariç, diğerleri incirlerden aldılar ve yemeye başladılar. Babası kızına dönerek;
“–Haydi, kızım. Sen de ye. İncirin tadı çok güzel. Marketlerden aldığımız meyvelerden daha tatlı. Her yerde böyle güzel ve tabiî meyveler bulamayız.” dedi. Kızı;
–Ayakkabılarım yeni. İlk kez giydim. Gelirsem ayakkabılarıma çamur bulaşır. Kirletmek istemiyorum. Hem abiye baksana… Elbiseleri çamurlu, terden sırılsıklam olmuş…
–Kızım, o nasıl söz? Ne kadar ayıp! İnsan emek vermeden, çalışmadan, terlemeden bu meyveleri nasıl yetiştirecek?
Bizim marketlerden aldığımız onca meyve ve sebze bin bir emekle yetiştiriliyor. İnsanlar tarlaları, bahçeleri ürün verecek hâle getirmek için yıllarını veriyorlar. Gece-gündüz demeden çalışıyorlar. Yazın sıcaktan başları pişecek, kışın soğuktan elleri donacak hâle geliyorlar. Belki bazı yıllarda, ağaçlardan hiç meyve koparmadıkları da oluyordur. Ama emek vermeye, çalışmaya devam ederler. Çünkü zahmetsiz rahmet olmaz.
Çiftçiler, toprağa alın terini dökerler. Yağmura eş değer ter dökülmezse toprakta bereket olmaz Allah -celle celâlühû-, Kur’ân’da şöyle buyurur:
“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (en-Necm, 39)
Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:
“Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir…” (Buhârî, Büyû‘, 15)
Yorulmadan, terlemeden, emek vermeden rızka nasıl uzanabilir, nasıl ulaşabilir? Peygamberler bile alnını terleterek kendi elleriyle kazandıklarını yemişlerdir.
Bedendeki bütün uzuvların farklı farklı vazifeleri vardır. Her biri mükemmel ve vazifesine uygun şekilde yaratılmıştır. Akciğer, kalp, beyin, böbrek gibi uzuvlar, diğer uzuvlara göre daha önemli olabilirler. Hele gözün apayrı bir önemi vardır. Beş yüz yıl boyunca gece-gündüz yapılan ibâdetlerin bir gözün karşılığı bile olmadığını okumuştuk. Ama bir insanın yüz tane gözü olsa; bu yüz tane göz, bir tırnağın vazifesini yapamaz.
Kimileri maden ocaklarında çalışır, kimi bağda-bahçede, kimi fabrikada, kimi bilgisayar başında… Ama herkes çalışır, alın teri döker.
Hem sen bize hep; «Çok iyi bir ziraat mühendisi olacağım, işimin hakkını vereceğim» demez miydin? Toprağın özelliklerini bilmeden, hangi ürün için verimli olabileceğini araştırmadan, meyvelerin tahılların nasıl yetiştiğini gözlemlemeden, toza toprağa bulanmadan masa başında oturarak nasıl ziraat mühendisi olabilirsin?
Babanın konuşması bitmişti. Kızın başı öndeydi, oldukça düşünceliydi.
Biraz sonra kızın dudaklarından şunlar döküldü:
–Özür dilerim abi, hiç böyle düşünmemiştim. Baba sana da teşekkür ederim. Bana çok iyi bir ders verdin. Sözlerin ömür boyu kulağıma küpe olacak!
Ardından kasaya doğru yöneldi ve incirlerden birini alarak yemeye başladı.
Baba, oturduğu yerden kalkarak;
“–Kardeşim; hemen yola çıkalım, yoksa gecikip iyice sıcağa kalacağız.” dedi.
Şevket, küçük bir kasaya koyduğu üzüm ve incirleri uzattı:
“–Güle güle, yolunuz açık olsun! Artık bahçenin yerini de kimin olduğunu da biliyorsunuz. Yolunuz düşerse hiç çekinmeden alın. Bizi, baba mîrâsından mahrum etmeyin…” derken gülümsüyordu.