Ecdadın İzinden Gerçek Mîras İNSAN MÎRÂSI
M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
Mîras var;
Onu bırakan kimsenin ardından üç günde darmadağın olur. Çar-çur edilir, ortada hiçbir şey kalmaz. Bereketsiz ve faydasız bir mîrastır bu.
Mîras var;
Bırakanın ardından herkesi leş kargasına döndürür. Düşmanlık ve kavgaları artırır. Bu da, belâ dolu ve zararlı bir mîrastır.
Mîras var;
Bırakanın ardından hayır-duâlar yükseltir. Nice hasenat ve infâka vesile olur da ancak huzur ve rahmete gark eder. Bu ise, çok bereketli ve faydalı bir mîrastır.
Bir mîras daha vardır:
Gerçek mîras: İnsan mîrâsı. Her mîras biter, bu bitmez.
Milletler de bu mîras ile var olurlar. Tarih şâhit: Ertuğrul Gazileri, Edebâlileri ve Osman Gazileri mîras bırakanlar, daima diri kalmışlardır. Muradları ve Fatihleri mîras bırakanlar, zafer taçları giymiş, feth-i mübinler yaşamışlardır. Yûnusları ve Bâkîleri mîras bırakanlar, gök kubbeyi silinmeyen hoş sedâlarla doldurmuşlardır. Sinanları mîras bırakanlar, vatan toprağını Süleymaniye ve Selimiye gibi emsalsiz âbidelerle donatmışlardır. Seyit Onbaşıları mîras bırakanlar, «Çanakkale Geçilmez!» yazdırmışlardır. Ömer Hâlisleri mîras bırakanlar, bir milletin kaderini kurtarmışlardır.
İstanbul’u fethimizin yegâne sembolü olan Ayasofya’mızın tekrar ibâdete açılması, yanık ezanlarla ve içli namazlarla buluşması da, hiç şüphesiz ki bu güzel insan mîrâsının şerefli bir neticesidir.
Yetiştirenlere ne mutlu!
Şimdi sıra;
Sonrakileri yetiştirmekte. Çünkü bir toplumun en büyük var oluş mevzuu, insan mîrâsını kesintisiz bir şekilde devam ettirmesidir. Bu bakımdan en mühim mesele;
Ciğerpâre evlâtlarımızı, göz nûru yavrularımızı, yuvalarımıza neşe katan çocuklarımızı ve neslimizi en doğru bir îman ve en güzel ahlâk ile yetiştirmek. İslâm, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber aşkı ile yetiştirmek. Bayrak ve vatan sevdâsı ile yetiştirmek. Öz medeniyetlerinin çınarları olacak şekilde eğitmek.
Çok çileli bir derttir bu.
Meyvesi en tatlı bir dert. Lâkin çilesi çok acı.
Dolayısıyla;
Meyvesi itibarıyla eğitim ve terbiyeyi sevmeyen yoktur. Fakat çile ve sıkıntıları itibarıyla gerçek eğitim, herkesin sevdiği bir husus değildir. Anne-babalar bile eğitimin çileli kısmından, dış dünyanın tesirleri sebebiyle yanlış algılara kapılarak âdeta nefret eder vaziyete düşebiliyorlar.
“‒Çocuk kafamı şişirmesin de, ne yaparsa yapsın!” diyenler var.
Sanki kendi keyifleri kaçacak diye yürekler çatlıyor. Acı örnekler çok. Eğer çocuk, anne-babanın başını şişirecek durumdaysa, gafil ebeveynler, evlâtların en yanlış yönelişlerine bile;
“–Başka çare yok!” diyerek râzı oluyor ve üstelik omuz veriyorlar.
Düşünülmüyor;
İstemeyerek de olsa yanlışlıklara rızâ gösteren ve destek çıkan anne-babalar, acaba evlâtlarını eğitmiş mi, perişan mı etmiş olmakta? Yanlışlara rüşvet gibi verilen taviz ve tasdik, kişide eğitim olgunluğu mu, yoksa şahsiyet hamlığı ve vicdan çiğliği mi? Bu tiplere;
“–Ne olgun adam! Ne kadar anlayışlı anne veya baba!” diye aldatıcı alkışlar patlıyor.
Bu alkışlar da çocuğu ve nesli, başkası değil kendi olacak bir şekilde terbiye etmek ve eğitmek, neredeyse en sevilmez bir şablona dönüştürüyor. Bazen eğitim erbabı bile, sanki şeytan taşlıyormuş gibi en güzel terbiyeyi ne hazindir ki, hem taşlıyor hem dışlıyor.
Hâlbuki;
İnsanlığımız ve insanlık, daima yüce terbiyeye muhtaçtır. Çünkü insanlığın dünyasını ve âhiretini her türlü felâketten ve helâkten kurtaracak kıvam, daima buna bağlı olmuştur. Bu sebeple yüce Allah, insanların terbiye ve eğitimleri için daima peygamberler göndermiş ve bütün toplumlara hem eğitim inceliklerini, hem de bunun en güzel örneklerini sergilemiştir.
Hazret-i İbrahim ve oğlu Hazret-i İsmail, çok müstesnâ birer eğitim formülüdür her yönüyle. Onların yeni yaşadığımız kurban vesilesiyle anlatılan muhteşem kıssaları, kuru bir hikâye değil, her noktası sayısız hikmetle dolu yüce bir eğitim hakikatidir.
Hazret-i Yâkub, oğulları ve Hazret-i Yûsuf da, eğitim ve terbiye mevzuunda bambaşka bir numûnedir, bin bir açıdan.
Hazret-i Peygamber, zaten doğumundan vefatına kadar bütün hayatı ve yaşayış ahvâli ile emsalsiz bir eğitim ve terbiye gerçeğidir.
Etraflıca tefekkür etmeli:
O şahsiyetlere herkes hayran. Herkes anlata anlata bitiremiyor onların güzelliklerini. Diller, onları örnek olarak gece-gündüz anlatıyor, söylüyor.
Fakat;
Mesele, onların nasıl yetiştiklerine ve nasıl bir eğitimden geçtiklerine gelince, birden iş değişiyor. Herkesin yorumları da değişiyor, anlayışları da. Mümkün olmadığı hâlde;
“‒Eğitimin çilesi kalsın, terlemesi kalsın, acı sabırları ve imtihanları kalsın!” mantığı işliyor.
“‒Fedâkârlık olmasın, gayret olmasın, gaye olmasın, ama gözleri kamaştıran bir eğitim olsun!” gafleti, felsefeleştiriliyor.
Bu yüzden nice diplomalar alınsa da, niceler eğitimsiz kalıyor.
Bu yüzden;
Annelik, babalık ve eğitimcilik bahsinde yetiştirici olan terbiye meseleleri ve problemleri sevilmiyor.
Fakat;
Hazret-i Yûsuf’a hayran olanlar, onu yetiştiren metotlara ve gerçeklere baksınlar!
Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’e hayran olanlar, onları yetiştiren yüce formüllere ve hakikatlere kurban olsunlar!
Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya hayran olanlar, onu insanlığın seyyidi yapan eğitim ve terbiyeye fedâ olsunlar!
Tarihten bugüne âbide şahsiyetleriyle var olan ve onlara hayran olarak gece-gündüz öve öve bitiremeyenler, onları bu yüceliğe taşıyan çilelere, imtihanlara, dertlere, dâvâya ve takvâya, hiç tavizsiz merhamete, gaye ve gayrete râm olsunlar!
O vakit;
Ayasofyalar bir daha hiç kapanmaz. Sultanahmetler kapanmaz. Îmanlar ve bayrak hiçbir zaman yere düşmez.
O nesilleri yetiştirenlere ne mutlu!
Yâ Rab,
Nasîb eyle!
Âmîn!..