BİR GÜN NE VÜCUD MÜLKÜ, NE DAR NE DİYAR KALIR*

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

İnsanın gerçeği; Allâh’ı tanımak, ilâhî kelâmda bize anlatılan âyet-i kerîmeleri anlamak ve hayatımıza geçirmektir. Bu hakikate ittibâ eden her müslümanın hayali ve hedefi «dârüsselâm» yani cennettir. Duâlarımızı bu hedef ile süsler; «Âmîn!» deyip elimizi yüzümüze sürdüğümüzde bu hayali yaşarız. Dünya meşgalesi bitmiş, hesap görülmüş, Sırat geçilmiş ve; «Girin cennetime!» (el-Fecr, 30) hitâbı ile ebedî hayatın başladığı diyarda mesken tutulmuş… Yazıldığı, hayal edildiği kadar kolay mı? Elbette ki değil. Dünya hayatında aşılması gereken menziller, imtihanlar, belâlar ile karşılaşmadan; bu çetin süreç hemen bitmez. Yol zor ve çetin…

Şeytandan sığınma ile okumaya başladığımız ilâhî kelâmda; Fâtiha-i şerîfe ile tevhid sözleşmemiz, Bakara Sûresi’nin ilk âyetleri ile de olmamız istenen hâl, devamında dünya düzenini tesis edici insan ve toplum profilinin olduğu âyetleri okumaya başlarız.

Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı, Peygamber Efendimiz vasıtası ile bütün insanlara hitaptır. Öyle bir Allah ki; kulunu yarattıktan sonra bu dünya meşakkatleri içinde yalnız bırakmıyor. Kendi yarattığı kuluna özel bir değer veriyor ve muhatap alıyor. (Muhatap alınmanın, değer verilmenin insan psikolojisinde -tâbiri câiz ise adam yerine konmanın- yapıcı bir yönü vardır.) Sığınma, tevhid akîdesi ve akabinde müttakîlerden olabilmenin yolunu gösteren âyetler; Allâh’ın kuluna özel bir ikrâmıdır.

Bütün bir ömrü bu gayeye uygun yaşayanlar için, o çetin günde ferahlanacak yer cennettir. İlâhî kelâmda Rabbimiz, «adanmışlar» olarak ifade eder bu gayeye uygun yaşayanları. Yani; «Canı Mevlâ’ya satanları…»

“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allâh’ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder. Allah da kullarına şefkatlidir.” (el-Bakara, 207)

“«Canı Mevlâ’ya satan müttakî kullar/adanmışlar» hangi özellikler ile yola koyulmuşlardır?” diye bir soru gelir ise aklımıza, sözlerimizin karşılığını sahâbe-i kiramda buluruz.

İbn-i Abbâs ve birçok âlimin kanaatine göre bu Bakara Sûresi 207. âyetin nüzül sebebi Suheyb-i Rûmî’dir. -radıyallâhu anhüm ecmaîn-

Yaşı 100’e yaklaşmış, bu hâliyle Medine’ye hicrette kararlı bir sahâbî. Mekke eşrâfı, sonradan Mekke’ye gelip yerleşen ve varlık sahibi olan bu sahâbîyi bırakmak istemez. Ellerinden kaçar bir gece vakti ve yakalanacağı sırada malını, mülkünü ne varsa Mekkeli müşriklere bırakarak Medine’ye Efendimiz’in yanına koşar. Her okuduğumda derin bir îmânî lezzet olduğunu hissettiğim Suheyb-i Rûmî -radıyallâhu anh-’ın Medine’ye ulaşma ânını burada paylaşmak isterim:

“Medîne-i Münevvere’ye ulaşınca Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- onu karşılayıp;

«–Satışın kârlı çıktı yâ Suheyb, mübârek olsun!» deyince;

«–Hangi satış yâ Ebâbekir?» diye sordu.

Ebûbekir -radıyallâhu anh- Allah -celle celâlühû-’nun Suheyb hakkında inzal buyurduğu âyet-i kerîmeyi haber verdi. Suheyb malını vererek, canını müşriklerden satın alıp kurtarmıştı.

«Bilesin ki mü’minler canlarını kendi istekleri ile satarlar. Bunun karşılığı cennettir.» (Rûhu’l-Beyân c. 2, el-Bakara, 207. âyet tefsiri)”

İnsan hayatını anlamlı yapan; böyle güzel davranışlarla dolu bir ömür sürebilmek ve Allâh’ın bizden arzu ettiği şekilde takvâ sahibi kul olabilmektir. Takvâ sahibi kullar, Rablerinden gereği gibi korkarlar. Bunun sebebi de sevme kaynaklı korkudur. Bu korku; seven birinin, sevdiğinin gönlünü incitmekten çekinmesi gibidir. Bu korkuda hem sevgi hem de saygı vardır. Bu duygu ile mü’min, günah ve kötülükten vazgeçerek iyilik yapmaya yönelir.

“Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2)

“Kim sözünde durur, günah ve haksızlıktan sakınırsa, şüphesiz ki Allah takvâ sahiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 76)

«Müttakî» lügat mânâsı ile; dînin emirlerine riâyet, haramlardan kaçınma ve helâllere riâyet konusunda hassâsiyet göstermek demektir. Bu emirleri ihtivâ eden de kitâbımız Kur’ân-ı Kerim’dir. Âyette ifade edildiği üzere; Rabbü’l-Âlemîn bizden emirlerine riâyet konusunda, «hassas müslüman» olmamızı istiyor. Hassas müslümanların nelere dikkat edeceği, âyet-i kerîmelerde açıklanıyor:

“Ki onlar gaybe îmân eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.” (el-Bakara, 3)

Müslümana Allah katında kıymetini de takvâsı sağlıyor:

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Soyunuz sopunuzla birbirinize karşı övünesiniz diye değil, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız diye sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz; Allâh’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır. Hiç şüphesiz Allah; her şeyi hakkıyla bilir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13)

Müttakîlerden olmamız için; îmandan sonra istenen ilk vazife namaz ve akabinde rızık olarak verilenlerden Allah yolunda harcamaktır. Takvâ; kişinin kendine zarar verecek şeylerden korunması ise, müttakîler de korunma kalkanının altına giren kişilerdir. Bunun için ise şirk ve küfürden sakınmak, Allâh’ın haramlarından sakınıp farzları edâ etmek ve kalbi Allah’tan gayri her şeyden temizlemek gerekiyor. Korunma kalkanlarını âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîfelerin ışığında çoğaltmak gerekiyor.

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

«–Uyuduğum esnada gördüm ki insanlar bana arz olunuyordu. Üstlerinde gömlekler vardı. Bu gömleklerin kimi sadırlara kadar iniyor, kimi daha kısa idi. Ömer bin Hattâb da bana arz olundu. Üstünde (eteklerini yerde) sürüdüğü bir gömlek vardı.»

Ashâb-ı kiram;

«‒Yâ Rasûlâllah! Bunu ne ile te’vil (tabir) ettiniz?» diye sordular.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«‒Din ile tabir ettim.» cevabını verdiler.»” (Buhârî, Îmân, 15)

Peygamber Efendimiz’in din olarak bahsettiği; bizim farzlara riâyet hususunda hassâsiyetimiz ve haramlardan kaçınmamızdır. Allâh’ın hükmüne göre yaşamaktır. Rızık olarak bize verilen ömrümüzü de şahsiyet sahibi vakur müslümanlar olarak devam ettirebilmek yegâne hedefimiz olmalıdır. Çünkü Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur.

Allâh’a ve Rasûlü’ne ittibâ eden mü’minin hayatı hedefsiz ve gayesiz olamaz. Ne yaptığımızın nereden gelip nereye gittiğimizin farkında olmamız elzem. Bunca telâşe ve gāile arasında derin bir nefes alıp kendimize;

“Bu yaptıklarım ile «Allâh’ın sevdiği bir kul» olabilir miyim? Bu hâlim ile bunu başarabilir miyim? Başarabilmem için, Allâh’ın bana yardım etmesi için neler yapmam gerekiyor?” sorularını sormamız gerekiyor. Temennîlerden teşebbüse geçememişsek, huzur bulmayan bir gönlü taşıyoruz demektir.

Şartlarımız ne olursa olsun, içinde tevhid nûrunun yandığı kalp ile (Allâh’ın bize emrettiği şekilde sırât-ı müstakîm üzere yaşayarak) Hakk’a vâsıl olabilmek, bizi takvâ sahibi yapacaktır. Bu yola koyulmak için başlangıç şimdi değilse, ne zaman? Rabbimiz’in ilâhî kelâmda müttakîler için va‘dettiği cennette buluşabilmek duâmız olsun inşâallah. Âmîn…

“Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olup takvâ sahipleri için hazırlanmış bulunan cennete birbirinizle yarışırcasına koşuşun.” (Âl-i İmrân, 133)

_______________________________
* Seyrî