Allah’tan Geldik, O’na Dönüyoruz; PEKİ, ŞİMDİ NEREDEYİZ?

Ayşegül AKYÜZ YAHŞİ yarenliceask50@gmail.com

Bâyezîd-î Bistâmî Hazretleri, bir gün hâfızın;

“Biz Allah içiniz, yine O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyetini okuduğunu işitir ve öyle bir soru sorar ki, bu soru meşhur bir metafor hâlini alır:

“–Peki, şimdi neredeyiz?”

İnsan; yaratıldığı andan itibaren Rabbi ile beraberdir, yaşarken her an O’nun huzûrundadır ve ömrü tamam olduğunda da O’nunla beraber olmaya devam edecektir. Aslında dünyada da âhirette de Allah kullarına yakındır ve kullarının O’nun yakınında olduğunu bilmelerini murâd eder. Bir tek an bile yoktur ki, Allâh’ın huzûrunda yaşanmamış olsun. O her yerde, her zaman hâzır ve nâzırdır. Hakikî bir müminin Rabbi ile bağı öyle kuvvetlidir ki, her an huzurda bulunduğunun idrâki içinde bir ömür geçirir. Gaflet denilen, o hatırlamaktan gafil oluş hâli ise; büyük ziyandır ve beyhûde geçirilen bir ömrün asıl fâilidir.

Sûfî metafizikçiler;

«Ölmeden evvel ölmek» sırrına ererek âhireti hayatın içine taşımışlar ve mahşeri, mîzânı hayatlarının her ânında tasavvur ederek bir nevî Zâriyât Sûresi 50. âyetinin sırrına vâkıf olmuşlardır:

“Vakit kaybetmeden Allâh’a koşun!”

Kendini hesaba çekmekle, devam eden bir yolculuk… İstîdatlarını, zaaflarını bilmek. Kendini bilen, nefsini bilir, nefsini bilmenin dirilişiyle Rabbini tanımak yolunda vâkî olan bir uyanıklık hâli. Aldığı ve verebildiği her nefesi, son nefesiymiş gibi düşünerek, teşekkür bâbında bir soluklanış.

Hakikî bir îman, ilâhî bir kameranın her an bizi gözetim altında tuttuğunun şuurunda olmayı gerektirir. Böylelikle günaha giden yollar kapatılır, harama açılan kapılar kilitlenir. Çünkü insan biri tarafından izlendiğini düşündüğü takdirde hâl ve hareketine çekidüzen verir ve rahat davranamaz, çirkin sözler ve işlerden kendini muhafaza ederek nezih bir hayat yaşadığını göstermek ister. Bir de izleyenin Allah olduğu düşünülürse, ne muhteşem bir etki ve tavır oluşturur insanda ve eşsiz bir tonda mânevî terennümler zuhur eder ki duyanı cûşa getirir. Gören Allâh’ı hatırlar, duyan Allâh’ı işitir, gören Allâh’ı görür. Allah ile yakınlığımız zaten mevcut… Mesele, biz bunun farkında mıyız? Unutarak tüketilen bir ömrün, son demde hatırlanması ne büyük bir hüsrandır. Mehmed Âkif;

Ferdâya kalmasın didârın.

derken, kendini bu dünyada hesaba çekebilmek bahtiyarlığını Allâh’a yakınlığın işareti olarak görmüştür.

Biz kullarına, şahdamarımızdan daha yakın olduğunu beyan buyuran; «Cenâb-ı Hakk’ı, hissedemiyor oluşumuz» ve aslında O’ndan ayrı geçen bir ânımız dahî yokken;

«Nasıl bu yakınlıktan gafil kalabiliyoruz?» sorusunu dâimî sûrette sormalı insan kendine. Biz nerede duruyoruz ki Allah ile aramızda mesafe olsun! O, her yerde hâzır ve nâzırdır âmennâ ve saddaknâ! Peki; nasıl oluyor da biz gönül gözümüze inen perde yüzünden, gafillik illetine dûçâr olmuşuz.

O yüce zâtın hoşlanmadığı işler peşinde gidişimiz mi?

O’na karşı nankörlük edişimiz mi?

Hiç ölmeyecek gibi yaşıyor oluşumuz mu?

Nasıl bir hoşnutsuzluk veriyoruz ki, Allah bizi yakınlığının hissiyâtından gafil bırakıyor. O; bizden yine ayrı değil lâkin, bizi kendi huzûrunda dosdoğru göremiyor. Bu sebeple de arada bir «Celâl»inin yüzünü gösteriyor. Allâh’ın varlığını ve yakınlığını ancak başına bir dert geldiğinde anlayan insanoğlu; selâmete ulaştığında maalesef yine nankörlük ederek, O’nun yakınlığından gafil kalıyor. İşte, hakikî mânâda mü’min olmanın gereğidir ki;

“Allah’tan geldik, yine O’na dönüyoruz; peki, ama şimdi neredeyiz?” sorusuyla ölmeden evvel ölmek sırrına erebilmek.

Hayat kısa, emeller uzun, ömrün vâdesi meçhuldür.

Dünyada iken; sanki kıyâmet kopmuş, mahşer kurulmuş, ameller mîzanda, ayaklar Sırat’ta gibi bir hissedişle havf ve recâ (korku ve ümit) arası bir sükûnet ve ülfet hâlinde yaşamak elzem.

Allâh’a kul olabilmek ve O’na yakınlığın şuuruna erebilmek duâsıyla…