VATAN TASAVVURUMUZUN DÎNÎ TEMELLERİ
Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
VATAN…
Vatan; insanın doğduğu, büyüdüğü, yetiştiği belde. Dar çerçevede belki köyü ve mahallesi. Fakat geniş mânâda halkıyla, din kardeşleriyle beraber yaşadığı büyük coğrafya.
Vatan aşkımız fıtrî bir duygu. Lâkin dînî duygularımızla birleşince, bu duygu mukaddes bir hâl alıyor.
Vatan kökünden; «Mevtın, mevâtın» Kur’ân-ı Kerim’de geçiyor:
“Andolsun ki Allah, birçok «mevtın»da (savaş alanında) size yardım etmişti.” (et-Tevbe, 25)
Müfessirler bu kelimenin «savaş alanları» mânâsında olduğunu söylüyorlar. Toprağı vatan yapan gayretlerin büyük mücadeleler, savaşlar istediğine bir işaret var sanki.
Kur’ân’da «vatan» mânâsına işaret edecek, yine Türkçemize geçmiş; «diyar, belde, bilâd» gibi kelimeler de var.
İnsanların yurtlarından, vatanlarından, diyarlarından çıkarılmaları bir zulümdür, Kur’ân’a göre.1 Mü’minlerin, o zulme karşı koymak yahut gasbedilmiş bir vatanlarını geri almak için yapacakları mücadele ise, mukaddes bir haktır. Harbi meşrû hâle getirecek sebeplerdendir.2
Firavun, Nemrut gibi zorbalar, beldelerde fesat çıkarırlar. İnsanları köleleştirir, öz yurtlarında parya hâline getirirler.3 Cenâb-ı Hak, sadece Zâtına kulluk edilsin ister. Adâleti emreder; zulmün, fitnenin, gaspların sona erdirilmesini arzu eder. «Peygamberler Silsilesi»nin helâk ve benzeri hâdiseleri incelenirse; tevhîdin yerleştirilmesi, şirkin engellenmesi, nesillerin ahlâkî bir temelde yetiştirilmesi gibi temel dînî hedeflerin yanında, bu içtimâî ve siyâsî gayelerin tahakkukunun da hedeflendiği görülecektir.4
Allah Teâlâ’nın bu hedefleri gerçekleştirmek için gönderdiği dînin yaşanması için iki merkez vardır:
FERT ve TOPLUM
Ferdin kalbi ve toplum için vatan.
Evet; fert, kalbinde inancını gizlice yaşayabilir. Firavun’un karısı Asiye, Mâşite Hatun ve benzerleri gibi. Fakat kalplerini îmânın ana yurdu hâline getirenlerin sayısı arttıkça, yeni bir emir ortaya çıkar:
HİCRET!..
Hicret, vatan kurmak içindir. Zira din vatanda yaşanır. Namus vatanda muhafaza edilir. Hukuk, muâmelât, şahsiyet ve nesil vatanda inşâ edilir.
Hicret, vatana bağlılık fikrine zıtmış gibi görünür.
İşte vatan ile îmânın karşı karşıya geldiği noktada, mü’min vatandan da geçer!.. Aslında îmânını, dînini o vatanda yaşayabilse; hiçbir problem olmayacaktır. Fakat mademki, orada dînini yaşayamıyor; orayı terk etmesi îcâb eder. Tevhid, ortak kabul etmez.
Peygamberimiz’in getirdiği hakikati kalben, vicdânen kabul ettiği hâlde;
“Sen’i tasdik edersek, toprağımızdan çıkarılırız!” diyerek,5 yani hicreti göze alamayarak ebedî saâdet yolundan mahrum kalanlar vardı.
İnancın yaşanamadığı bir yer, artık zindandır. Oradan hürriyete göçmek gerekir. Gurbetteki hürriyet, «vatan»daki zilletten hayırlıdır.
Mü’min; vatanını onun üzerinde sefilce yaşamak için değil, onun istiklâli için ölecek kadar sever. Bu mücadele için şartlar olgunlaşmamışsa, hicretten başka çare yoktur.
Necip Fazıl; «Hicret» şiirinde, muhâcirlerin vatana tekrar dönüş azmiyle hareket ettiklerini anlatır:
Hicret, yurt dışında aranan destek;
Dâvâ sahibine öz yurdu köstek.
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezin çevreden fethidir istek.
Hicret, yurt dışında aranan destek.
Hakikaten Mekke müslümanları, önce Habeşistan’da, sonra Medine’de bu desteği buldular. Lâkin sonunda Mekke’yi de fethettiler.6
O zaman, hicret; dînin yaşanamadığı bir vatandan muvakkaten ayrılıp, dînin yaşanabileceği yeni bir vatana göçmektir. Peygamberimiz’in Mekke’den çıkarkenki hüznü ve Medine’yi sevdirmesi için Rabbine niyazlarında, bu vatan hissiyâtı bârizdir.
Meşhur;
“Ameller niyetlere göredir.”7 hadîsinde insanların «göçmek» için aradıkları, dünyevî gayelere de temas edilir. Evlilik, ticaret, eğitim, daha çok kazanç, gezmek-görmek, rahat etmek… Bu niyetlerle vatanlarından göçenler de bir şeyler elde ederler ama, dünyanın ömrü ve değeri kadardır elde edecekleri.
Günümüzde, gerek ülkemizde gerek «gelişmemiş ve gelişmekte olan» pek çok doğu ülkesinde, birçok gencin hayalini yurt dışında bilhassa batı ülkelerinde okumak, hattâ mümkünse oralarda yaşamak süslüyormuş. Bunu bir keresinde 23 Nisan’da hayalleri hakkında konuşturulan bir genç de dile getirince, ülke gündemine oturmuştu.8
Hâlbuki temel meseleleri inanç olsaydı; aynı gençlik; «Ben oralarda dînimi nasıl yaşayabilirim ki? Evlâtlarımı ezan sesinden mahrum bir şekilde nasıl yetiştirebilirim ki…» kaygılarına düşmez miydi?
Asr-ı saâdetteki hicrete kadar, din, Mekkeli ilk müslümanların kalplerinde vatan buldu. Yaşanan güçlüklere tahammül ve çilelere sabır; o kalpleri öyle sağlam, öyle muhkem mevkiler hâline getirdi ki, artık hiçbir zorba onlara tahakküm edemeyecekti. O îman, artık sınır tanımayacak, kısa bir süre içinde; Habeşistan, Medine, Hayber, Mûte, Tebük, Irak, Medâin, Şam, Mısır, Kayrevan, Semerkant ve Çin demeyecek yayılacaktı.
Fakat îmandan kaynaklanan tahammül ve sabır olmazsa, Hazret-i Musa’nın gönderildiği dönemdeki İsrailoğullarında yahut maalesef günümüzde, doğrudan veya dolaylı işgal altındaki müslüman beldelerindeki birçok kardeşlerimizde görünen, meskenet, zulmü kanıksama ve zâlimine âşık olma hâlleri görülür. İşte yağmurdan kaçıp doluya koşan, ülkesindeki maddî fakirlik veya kukla idarecinin zulmünden kaçıp, mânevî fakirliğe, kukla idarecisinin patronunun tahakkümüne heveslenen bir güruh, bu bozulmuş hâlet-i rûhiye ile hareket ediyor.
Kalbini îmâna vatan yapan muhâcirler ise; kolaya, rahata değil, dîni daha huzurlu yaşayacağı yere koşar.
Muhâcirler… Peygamberlerden sonra en yüksek zümre… Onlar Medine’ye gittiler. Orada dîni yaşamak için. Orada bir bir Allâh’ın kanunları, tâlimatları nâzil oldu. İdeal vatan, ideal ülke inşâ edildi. En güzel hukuk, en güzel muâmelât, en güzel adâlet, en güzel ahlâk…
Mekke müşrikleri Medine’nin vatan olmasına izin vermek istemediler. Bedir’le, Uhud’la, Hendek’le İslâm’ı yeni vatanında boğmak istediler. Bedir’de hezîmete uğradılar. Uhud’da can yaktılar fakat bir şey elde edemediler. Hendek’te ise ümitlerini kestiler.
Bu mânâda bilhassa Uhud ve Hendek, vatan müdafaası için en güzel örneklerdir. Hayber, Mûte ve Tebük de, vatana yönelecek tehditlerin bertaraf edilmesi içindir.
Bunu tersinden de ispatlayabiliriz: Asr-ı saâdet müslümanlarına hücum eden düşmanlarının da ana hedefi, Medine’de müslümanları yok etmek idi. Köklerini kazımak idi.
Münâfıkların bu savaşlar esnasındaki tavrı ise, tipik vatana ihânet resmidir. Hâinlerin temel hususiyeti nedir? Halklarıyla, kardeşleriyle, milletleriyle onları müşterek bir noktada birleştiren o îman, kalplerinde yoktur, yahut hastalıklı kalp yüzünden pek zayıftır.
Mekke fethedilince muhâcir ashâbın çoğu için artık, oraya yerleşip kalmak fikri ortadan kalkmıştı. Mekke zaten merkezdi. «Hacc»ın merkezi. Kıble… Fakat bütün dünyadaki insanları, o merkezden haberdar etmek vazifesi onları bekliyordu.
Zaten Efendimiz’in risâlet bölgesini tarif eden âyet, dünyayı şöyle tarif eder:
“Ümmü’l-kurâ (vatanların anası, merkezi) ve çevresi…”9
Ecdâdımızın vatan tecrübesinde de; vatanı bir ideal, nizâm-ı âlem arzusuyla genişletmek duygusu hep vardır. Fakat bu, önceki vatanı yabancıya terk etmek şeklinde asla tezâhür etmez. Bunda, bilâkis önceki vatana sığamamak vardır.
NAZARÎ OLARAK VATAN
Atamız Âdem -aleyhisselâm- ilk olarak cennete konulmuş idi, sonunda da sâlihler cennete dönecektir. Vatan-ı aslî cennettir.10
Vatan-ı ikāme, yani imtihan müddetince kalacağımız11 vatanımız ise bu dünyadır.
“Arz Allâh’ındır. Allâh’ın arzı geniştir.”12
Âdem ve evlâtları, yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olmakla vazifelendirilmişlerdir.13
Öyleyse; Allâh’ın halîfesi olma vazifesinin verdiği hedefle, Hak dînin sancağını her yere dikmek, her yeri müslümanların vatanı hâline getirmek bir müslümanın vazifesidir. Müslümanlar; fethettikleri beldelerde, oraların yerli halklarına da adâleti götürdükleri için, kimseyi vatan-cüdâ etmek gibi bir hedefleri de olmaz.14 İlâhî hüküm orada da cârîdir:
“Allâh’ın arzı geniştir!” Herkese yeter.
Bir toprak; vatan olduktan sonra, gelecek nesillere bir emânet hükmü taşır. Meselâ üzerinde yaşadığımız bu vatan; Allah için, dîn için, vatan için ve bizlerin selâmeti için kanlarını döken, canlarını veren şehidlerin bize emânetidir. Onu canın pahasına korursun. Bu yolda ölsen şehid olursun.
Vatan, Allâh’ın emânetidir.
İnsanın vatanına duyduğu sevgi fıtrîdir. Onu himaye etmek arzusu da güzeldir.
Fakat bu himayenin, hamiyyet-i câhiliyye seviyesine varmaması gerekir.15 Bu da düşmana karşı değil, dosta karşı sergilendiğinde yaşanır.
Meselâ;
Osmanlı’nın asırlarca mücadele ile bitirebildiği beylikler arası çekişme, o basit hamiyyet-i
câhiliyyedir. Vatan sevgisi değildir. O devrin vatanseverleri; bu kısır çekişmelerden yılmış ve bıkmış, hedefini Bizans olarak belirleyen Osman Gazi’nin yanına koşmuştu.
Meselâ fukarâ ve mazlum dindaşları ülkesine geldi diye kıskançlık ve düşmanlık göstermek, vatanseverlik değildir.
Günümüzde de, sınırları Birinci Cihan Harbi’nden sonra birtakım güçler tarafından hibe olarak belirlenmiş birtakım müslüman ülkeler (daha doğrusu onların muhteris idarecileri), kendi topraklarındaki siyâsî bekāları için, kardeş ve dindaşlarına entrikalar çeviriyorlar. Bunlarınki de vatanları için mücadele değildir. Maalesef böyle ülkelerde vatandaşlarına, Türkiye gibi ülkelere karşı düşmanca propagandalar empoze ediliyor. Türkiye onların vatanlarına göz dikiyormuş, Osmanlı da zamanında öyle yapmış gibi yalan propagandalar. Hâlbuki dün de bugün de, bizim hedefimiz, kardeşler arası mücadele olmamıştır.
Gerekirse mücadele, kardeşlerin arasını bulmak için de yapılır.16 Fakat bu zor işe, ağabeyler de hiç hevesli değildir.
Vatan tasavvurumuzun bütün bu dînî çerçevesi, aslında toprakla, değil, topraktan yaratılan insanla vücut bulur. Toprağı koruyacak insan varsa vatan vardır. İnsan da fânî olduğuna göre, daima yarışta bayrağı devralacak gelecek nesillerle, gençlik varsa hür ve müstakil bir vatan vardır.
Fakat yukarıda bahsettiğimiz üzere, gençlik alârm veriyor.
Yapılan saha çalışmalarında belirli yaş aralıklarında; millî, mânevî, vatanî mevzulara karşı bir kayıtsızlığın yayıldığı, kayıtlara geçmiş durumda.
Bu sebeple, vatanından kaçıp (!) daha serbest, daha müreffeh bir hayat yaşama hayalleri kuran vatansız dünya vatandaşları değil; inandığı mukaddes değerlerin bütün dünyada sancaktarı olmayı hedefleyen, vatansever nesillerin yetiştirilmesi, vatana en büyük hizmettir.
Çünkü en zor şartlarda dahî, mânevî değerler kalp denilen vatanda yaşatılır.
Günümüzde siyâsî, iktisâdî sebeplerle kabullendiğimiz hukukî prosedürler, elimizi kolumuzu öz vatanımızda bağlayabiliyor. Şeytânî güçlerin emrine giren teknolojiyle, uydularla her hareketimiz seyredilebiliyor; bir düğmeye basılarak bir ülkeyi haritadan silecek silâhlar mevcut; vücutlara çipler takılacak, genlere hükmeden virüsler üretilecek / veya üretildi bile diye duyuyoruz, biliyoruz, yaşıyoruz.
O hâlde; vatanın da fizikten öte, metafizik bir ruhla korunması lâzım.
Bugün, Mekke devrindeki gibi kalplerde öyle muhkem bir îman tesis edilebilmeli ki; gelecek nesiller, «dünyaları verseler de» bu mânen cennet olan vatanı vermesinler. Bu hıyânetle de ebedî cenneti kaybetmesinler. Birileri onlara dünyaları verseler de ay yıldızlı bayrağın gölgesinden, minarelerin lâhûtî sesinden vazgeçmesinler. Yollara düşerlerse de, sancağı ve ezanı kalplerinde götürsünler!.. İlk fırsatta Allâh’ın arzından bir parçayı daha vatanlaştırsınlar!
Bu mücadele zor. Zaten âhirzaman. Biz işimize bakalım. Ferdî hayatlarımıza çekilip kenarda ibâdetlerimizle meşgul olalım diyenlere; Tebük’te Kur’ân’ın verdiği cevap geliyor:
“Cehennem daha sıcaktır!”17
Hem;
Kenara çekilmek; bu mücadelede kurtuluş getirmiyor ki, hezîmeti hızlandırıyor. Daha dört sene evvel; ülkemiz, siyâsî bir işgali atlatmadı mı? Hangi ellerle gerçekleştirilecekti bu işgal? Vatansızlaştırılmış, dünyanın her yerine bukalemun gibi uyan, kapitalizme, siyonizme, liberalizme saygı duyan, iç çekişmedeki başarı için düşmandan medet uman bir güruh eliyle!.. Onların en büyük gücü ve silâhı eğitimdi.
Bu sebeple;
En güzel müdafaa, hücumdur.
Bütün dünyayı İslâm dâvâsının vatanı yapma gayesi, öz vatanımıza yönelen mânevî taarruzları bertaraf etmenin en müessir yoludur. Bunun için de tek çare; bu dînî temellere sahip vatansever, îmanlı, ahlâklı bir nesil yetiştirmeye devam etmektir.
Ecdâdımızın;
“Vatan sevgisi îmandandır.” şeklinde formülleştirdiği hakikat işte budur.
Eğer biz Allâh’ın dînine yardım edersek, o bize «her mevtında» yardıma devam edecektir.
_____________________________________
1 el-Bakara, 84, 85; Âl-i İmrân, 195, el-Haşr, 8.
2 el-Bakara, 246; en-Nisâ, 75; el-Hac, 39-40; el-Mümtehine, 9.
3 eş-Şuarâ, 22; el-Kasas, 4; el-Fecr, 11.
4 Hûd, 116, en-Nûr, 55; el-Kasas, 5.
5 el-Kasas, 57.
6 Hicretin cihâda götüren bir merhale olduğunu gösteren bir âyet: en-Nisâ, 77.
7 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1.
8 https://www.habervakti.com/23-nisan-da-konusan-cocuk-alman-vatandasi-olmak-istiyorum-dedi-video,451.html
9 el-En‘âm, 92; eş-Şûrâ, 7.
10 el-Bakara, 35; el-A‘râf, 19.
11 el-Bakara, 36; el-A‘râf, 24.
12 en-Nisâ, 97; ez-Zümer, 10.
13 el-Bakara, 30.
14 Zaten Rabbimiz, sırf istîlâ, sırf cihangirlik olsun diye vatanından çıkıp başka ülkelere yürümeyi men etmiştir. Bkz. el-Enfâl, 47.
15 el-Feth, 26.
16 el-Hucurât, 9-10.
17 et-Tevbe, 81.