MÂNEVÎ BEKĀMIZ İÇİN

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

1071 yılının Ağustos ayında, Malazgirt ovasında Selçuklu ve Bizans orduları karşı karşıya gelmiştir. Sultan Alparslan; bembeyaz elbiselerini giyerek ordusunun en önünde yer almış, konuşmasıyla askerlerini heyecanlandırmıştır. Allâh’ın yardımı, askerlerin; «Ölürsek şehid, kalırsak gaziyiz.» düşüncesi ve gayretleriyle muhteşem bir zafer kazanılmıştır. Bu zafer neticesinde; bin yıldır İslâm sancağının dalgalandığı Anadolu toprakları, milletimizin dünyadaki cenneti, uğruna ölümü bile göze aldığı vatanı olmuştur.

Bu millet; «Din, vatanda yaşanır.» düsturuyla bu vatan için kaç asırdır bedeller ödemiş, ödemeye devam etmektedir.

Millî şairimiz Mehmed Âkif ERSOY, bu hakikati, İstiklâl Marşı’ndaki şu mısralara aktararak vatan sevgisinin büyüklüğünü göstermek istemiştir:

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ,
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!

Zaman nehri gün gün, hafta hafta akarken; bu kez tarih sahnesine Osmanlı Devleti çıkmış, altı asır o sancağı aşkla, heyecanla taşımıştır.

Zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırmak, Allâh’ın yüce dînini bütün cihana hâkim kılmak, gönülleri fethetmek gayesiyle gazâlardan gazâlara koşmuş, İslâm’ın adâletini, müslümanların güler yüzünü, hoşgörüsünü, güzel ahlâkını, hüküm sürdüğü üç kıtada en güzel şekilde göstermiş; devir, neredeyse asr-ı saâdet devrine dönmüştür.

Ceddimiz, bu sancağı ufuklarda öyle dalgalandırmıştır ki; Avrupa’nın dilinde Türklük, Müslümanlıkla aynı şey sayılmıştır.

İslâm’ın nûruyla aydınlanmış bu toprakların bağrında; milletimize has güzellikler ve farklı özelliklerde mânevî yönü ağır basan; Allâh’ı hatırlatan, kulun tefekkürünü artıran; aşkın, sevginin, hasretin, hüznün ve daha birçok hissin yansımaları desenlerle, nakışlara, yapılara aktarılmış; nice imâret, han, hamam, kervansaray, bedesten, çeşme, köprü ve camiler yapılmış, bu muhteşem eserlerle yine bu topraklara milletimizin mührü vurulmuştur.

İslâm’a ve İslâm’la yoğrulmuş bu vatana düşman olanlar; geçmişte olduğu gibi bugün de fırsatları kaçırmamakta, her fırsatı değerlendirmekte, kinini kusmaktadırlar. 15 Temmuz’da topyekûn bir seferberlik içine girip de bu aziz milletin cesaretine ve bilhassa îmânına çok sert bir şekilde toslayıp başarılı olamayanlar; farklı senaryolarla sürekli kadîm kültürümüzü yıkarak, bu milleti Hakk’a kulluktan kopararak, rüzgârın önünde savrulan kuru bir yaprağa çevirmenin; bedenen hayvanlardan daha hür ama fikren ve kalben esâret zincirine vurmanın; şeytana, şeytanlaşmış gürûha köle etmenin derdindedirler.

Televizyon kanallarından yayınladıkları programlar, aileleri yaralayan filmler, internet ortamlarında paylaştıkları gerçeği yansıtmayan bilgiler, gayelerini gerçekleştirmek için attıkları adımlardır.

Asırlar önce; bir milleti kültüründen nasıl koparabileceklerini düşünmüşler, hamlelerini buna göre yapmışlardır.

Machiavelli’den (ö. 1527) günümüze sömürgeciliğin teorisyenleri, bir ülke ile o ülke üzerinde yaşayan milleti ele geçirmenin anlamı üzerinde düşünmüş ve yukarıda dile getirilen ilkeleri de dikkate alarak, aşağıdaki çerçeveyi oluşturmuşlardır:

“Bir ülkeye sahip olmak için onu yıkmak gerekir; yıkmak demek o ülke halkının yok edilmesi demektir. Yok etmek ise ya bedenî olarak insanları katletmek ya da o halkı o halk kılan örf ve âdetleri, kısaca halkın bağımsızlık ve özgürlük taleplerini yasladığı tarihi öldürmektir. Bağımsızlık maddî vatanın kurtulması ise, özgürlük özün gürleşebileceği mânevî vatanın yani tarihin kurtulmasıdır. Bir ülke maddî olarak elde tutulmak isteniyorsa mânevîyatı yani özgürlüğü ve tarihi zayıflatılmalıdır. Bunun için itaat etmeyenler marjinalleştirilmeli; itaat edenler, işbirlikçiler zevke düşkün kılınarak ülkenin başına getirilmelidir. Ülke halkı kendisinden olduğu için işbirlikçilere karşı çıkmada ürkek davranacak, işbirlikçiler ise halklarına güvenmediği için onları efendilerine bağımlı kılacak her türlü işbirliğine yanaşacaklardır.”*

İşte bu sebeplerle geçmişte ve günümüzde sömürgeci-kapitalist güçlerin en çok düşman oldukları ve en çok dikkat ettikleri tarih şuurudur. Yine bu gerekçelerle sömürgecilerin işgal ettikleri topraklarda yaptıkları ilk iş, o topraklarda yaşayan halkların tarih tasavvurunu ve şuurunu değiştirmektir. Çünkü tarih; insanın yaşadığı toprakla kurduğu irtibatın, girdiği dostluğun, yaptığı kavganın adıdır. İnsan; toprağının şuurunda olduğu müddetçe, o topraklar üzerinde yabancı birisinin olmasını, o toprakları yabancı birisinin çiğnemesini kabul etmez. Bu sebeplerle sömürgeciler teorisyenlerini dinleyerek işgal ettikleri yerlerin sakinlerini kimliksizleştirmişlerdir. Onları; kendilerini hatırlatacak hâtıralardan, maddî ve mânevî işaret ve sembollerden arındırmışlar, sömürgecilere itiraz hakkı tanıyacak bir tarihî şuurla muhatap olmaktan alıkoyacak her türlü tedbiri almışlar; kısaca insanların kendilerini hatırlamalarına sebep olacak tüm aynaları kırmışlardır. Bu faaliyeti; güçlü tarihe sahip ülkelerde bizzat kendileri değil, işbirlikçileri eliyle gerçekleştirmişlerdir.

Zaman zaman haberlere ve sosyal medyaya yansıyan, namazı hafife alan ve namazla alay eden gençlerin fotoğraf veya video çekerek paylaşması, bazı insanların tesettürlü bacılarımıza; «Bu ülkede sizin yeriniz yok» diyerek âdeta kuduz olmuş bir köpek gibi saldırması, geçtiğimiz günlerde İzmir’de cami hoparlöründen «Çav Bella» denen müziğin çalınması, Ankara’da ezan okunmaya başlayınca yüksek sesle müzik dinleyenleri uyaran gencin öldürülmesi bunun örnekleridir.

Tarihinden, kültüründen, dilinden kısaca mânevî değerlerinden koparılan nesillerin; hoşgörüden nasıl uzak kaldıkları; «Ya bizim gibi olun yahut bu ülkeden defolun gidin!» düşüncesiyle kendinden başkasının değerlerine saygı göstermemesi, gerektiğinde insanın canına kast etmesi, tehlikenin boyutunu gözler önüne sermektedir.

Bu yüzden herkes taşın altına elini koymalı, millî ve mânevî değerlerle donatılmış şuurlu bir nesil yetiştirmenin gayreti içinde olmalıdır. Aksi hâlde ne yaşanabilecek bir vatanımız ne de kültürümüzü geleceğe taşıyabilecek nesillerimiz olacaktır.

___________________________

* İhsan FAZLIOĞLU, Kendini Aramak, Ketebe Yay., s. 120-121