AKBABA HİKÂYESİ

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

Yaşlı akbaba; yemeğini yemiş, keyif kahvesini içiyordu. Hikâye bu; niye içmesin ki, değil mi? Neyse, tam keyif kahvesini içerken; oradan geçen insanoğlu kendi kendine söyleniyordu. Kızıyor, bağırıyor, çağırıyor bir şeyler diyordu. Yaşlı akbaba;

“–Hey insanoğlu! Hayırdır ne oldu? Gel hele biraz soluklan.” dedi.
İnsanoğlu, sesin geldiği tarafa baktı ve şaşırdı. Kocaman bir akbaba ayak ayak üstüne atmış, keyifle kahvesini içiyordu. Şaşırdı önce, sonra toparlandı ve yine sitem ederek;

“–Oooh keyifler sende!” dedi. “Nasıl olsa etraf leş dolu, sen de bol bol ye, üstüne de kahve iç.”


Yaşlı akbaba güldü;

“–A insanoğlu ben ölmüş hayvan başta olmak üzere ölen ne varsa onu yerim ve çevreye zararım değil, faydam vardır. Peki, ya sen! Ya siz insanlar! Daha ölmeden kendi türünüzü yemiyor musunuz? Onun gıybetini yaparak, arkasından konuşarak, üstelik kuyusunu kazarak… Ha daha kötüsü üstelik bütün bunları yaparken de bir de kendi türünüzün yüzüne gülüp arkasından olmadık oyunlar çevirmiyor musunuz? Şimdi ne demeye beni hakir ve küçük görüyorsun ki?!.” dedi.


İnsanoğlu bu güzel cevap karşısında şaşırmıştı. Doğru ya; dedikodu insanoğlunda; gıybet insanoğlunda; alavere, dalavere insanoğlunda… Beğenmedikleri akbabalar bile ölmemiş olana dokunmazken, insanoğlu neler neler yapmıyordu ki. Yaşayan insana işkenceler mi, dayaklar mı… İnsanoğlu bunları düşününce utandı kendinden.
Yaşlı akbaba, bağırdı, tünediği ağacın tepesinden;

“–Hey insanoğlu! Bizi hakir ve küçük gördün ama biz yemek yerken akbabalar arasında kesinlikle kavga olmaz. Biliriz ki leş çok, hepimize yeter. Büyükten küçüğe doğru sırayla yeriz. Kimse kimsenin hakkına tecavüz etmez. Ha eğer bizden daha büyük yırtıcılar gelirse de yine «leş için» kavga etmeyiz. Nasılsa kalan yine bize yeter. Zira nasılsa birazdan koku yüzünden bütün hayvanlar kaçıp giderken Allâh’ın bizim kafamıza verdiği özel dezenfektan sayesinde mikrop bize bulaşmaz ve biz mikrobu yok ederiz… Ya siz ölen hemcinsiniz hayatta iken kıymetini bilmeyip, yüceltemezsiniz. Ancak öldükten sonra mezara gömer; o zaman yüceltip, arkasından olmadık övgüler dizersiniz. İşte bu da benim garibime gidiyor.

Yahu ey insanoğlu! Neden sağlığında sevdiğiniz insanla hayatta iken güzel vakit geçirmezsiniz de birbirinizi yersiniz? Bizim akbabalar tâifesinde birbirini yemek yoktur, biliyor musun? Biz hiç birbirimizi yemeyiz…”

İnsanoğlu şaşırmıştı. Konuşan bir akbaba idi ve söyledikleri de ok gibi yüreğine işliyordu. Akbaba yine devam etti:

“–Hem söyle bakalım sen niye söyleniyorsun? Bağıra, bağıra kızarak geliyordun…”

İnsanoğlu cevap verdi:

“–Bir arkadaşım vardı; birbirimizi çok severdik, bana kazık attı. Şimdi ondan nefret ediyorum.”

Akbaba kafasını sallayarak acı acı güldü:

“–Ah be insanoğlu! Önce dengesiz seversin. Sonra da dengesiz nefret edersin… Biliyor musun, bizim akbabalar arasında nefret diye bir şey de yoktur. Nefret niye olur? Ya bir şeyi paylaşamamaktan ya da az olan bir şeye göz koymaktan. Bizim öyle bir sıkıntımız yok, şükürler olsun. Hem unutma ey insanoğlu! Allah için sevilmeyen sevgi, sevgi değildir. Yani vahdete bağlı olmayan sevgiye, sevgi denmez. O çıkar ilişkisidir. Menfaati bittiği anda nefrete döner. Sen sen ol, birini seveceksen dengeli sev ve Allah için sev! Yoksa sonu nefrete gider.”


Evet, insanoğlunu ter basmıştı. Dedikleri doğruydu yaşlı akbabanın ve yüzü yerde olarak oradan ayrıldı…

Kısaca:

“Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah; tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (el-Hucurât, 12)

“Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay hâline!” (el-Hümeze, 1)