KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -19- RAHMET TECELLÎLERİ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

TECELLÎ HAK’TAN GELİNCE

Ebû Rezin el-Ukaylî -radıyallâhu anh- naklediyor:

Bir gün;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkātı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Sen hiç, kavminin yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular.

Ben:

“–Elbette!” deyince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)

Rasûlullah Efendimiz’in bu temsilinde güzel bir tefekkür vardır. Hâdisâtı tefekkür nazarıyla okumak vardır.

Her gece Cenâb-ı Hak; ders alabilenlere, bir ölüm tatbikatı verir. Dünyadan habersiz bir şekilde uykuya dalarız. Sabah ise, ba‘sü ba‘de’l-mevt / ölümden sonra diriliş gibi uykudan uyanırız. Bu Cenâb-ı Hakk’ın sayısız misallerinden birisidir.

Yine tefekkürde devam edersek, mânen kış yaşanan belde ve memleketlerde mâneviyat baharının gelmesi için de ilâhî rahmet tecellîleri lâzımdır.

Mü’minler; Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbedecek, lütuf ve ihsanlara vesile olacak hayırlı, güzel hakikatlere sarılırlarsa, şartlardan dolayı imkânsız dahî görünse, rahmet-i ilâhiyyenin tecellîsiyle müstesnâ ve bereketli baharlar gelir. Şair bu hakikati şöyle anlatır:

Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder.
Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsân eder.

Tarih boyunca; Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği, râzı olduğu hakikatlerin yaşandığı zaman ve beldelerde, ihsân-ı ilâhî tezâhürleri temâşâ edilmiştir. Bize düşen bu sebepleri tespit etmek ve yaşamaktır.

RAHMET TECELLÎLERİ

En başta asr-ı saâdet, en zirve rahmet tecellîlerine sahne olmuştur.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 610 yılında ilk vahye mazhar olmuştu. Önce gizli, sonra açıktan yıllarca tebliğ etmesine rağmen, vazife o kadar zorluk ve meşakkatle doluydu ki; Hazret-i Ömer müslüman olunca rivâyete göre müslümanlar; «Artık 40 kişiye ulaştık, güçlendik!» diye sevinmişlerdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz ve o çilekeş müslümanlar sabrettiler. Bu sebat üzere;

•Hicrette takrîben 190 aile hicret etti.

•Medine’deki ilk nüfus sayımında 1.500 kişi tespit edildi.

Bu gayretler neticesinde İslâm öyle yayıldı ki, 23 senenin sonunda Vedâ Haccı’na 120.000 kişi iştirâk etti. Gelemeyen hasta, yaşlı ve çocuklar da hesaba katılırsa, müslümanların sayısı 150.000’e vâsıl oldu.

Demek ki;

On yıl içinde Medine’ye gelen 1 kişi, 100 kişi oldu. Allâh’a samimiyet ve ihlâsla kulluk bereketiyle Cenâb-ı Hakk’ın yardımı tecellî etti.

Her Fâtiha’da okuduğumuz şu hakikat tezâhür etti:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5)

Allâh’a kulluk yaşandıkça, Cenâb-ı Hakk’ın yardımı da tecellî eder.

Bedir Zaferi’nde ilâhî yardımın tedrîcî / merhale merhale yükselişine şâhitlik ederiz. Mü’minlerin ihlâs ve sabırları neticesinde; önce bin, sonra iki bin, sonra üç bin melek ile Cenâb-ı Hakk’ın yardımı gelmiştir.

Demek ki;

SABIR ve SEBAT: RAHMETE VESİLE…

Allah için tahammül edilen zorluklardan sonra ilâhî rahmet ve kolaylıklar gelir.

İnşirâh Sûresi’nde buyurulur:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۙ ﴿5 اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًاۜ ﴿6

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6)

Dünya hayatının meşakkatleri de böyledir. Bir ömrün med-cezirlerine karşı ihlâsı ve sabrı koruyabilirsek son nefes bizim için bir saâdet iklimine döner.

Zira insanı olgunlaştıran, çilelerdir.

Sahâbe efendilerimiz; Allah yolunda nice çileler çektiler, alay ve hakaretlere maruz kaldılar. İşkenceler gördüler, zincirlere vuruldular. Evlerini, yurtlarını terk ettiler; yaralandılar; şehîd oldular; en yakınlarını kaybettiler. Fakat dâimâ sabrın güzelliğini yaşadılar. Rasûlullah Efendimiz’le beraberlik, onlara her ızdırâbı unutturdu. Gönül huzuru ve itmi’nânını yaşadılar. Gerçek hayatın âhiret olduğu şuuruyla, dünyayı istihfâf ettiler. Hem dünyada hem âhirette rahmete, nusrete ve berekete nâil oldular.

Halk arasında bir söz vardır:

“Hak, yumruklandıkça güçlenir.”

Meşakkatler insanı daha dayanıklı ve kuvvetli hâle getirir. Tıpkı deniz kıyılarındaki taşlar gibi. O taşlar, asırlarca üzerlerine vuran dalgaların karşısında hem pürüzlerinden kurtulmuş hem de granit gibi sapasağlam hâle gelmişlerdir. O taşları kırmak imkânsız gibidir.

İşte ashâb-ı kiram da; bilhassa Mekke devrinde üzerlerine vuran çeşitli dalgaların, yani meşakkat ve çilelerin neticesinde muazzam bir azim, dirâyet, sebat ve sağlamlık kazandılar. Bunun neticesinde Medine devrinde yavaş yavaş ferahlığa, zaferlere ve imkânlara eriştiler.

Onlar, üzerlerine yağmur gibi yağan çilelere en güzel sabrı ve dirâyeti gösterdiler ve yüceldiler.

Hâsılı;

Sabrın dünyevî tarafı acı görünse de, bunun neticesi dünyada şeref, âhirette ise büyük mükâfattır.

Sahâbe toplumu, Rabbimiz’in bizler için nümûne olarak gösterdiği ideal toplumdur. Onlar Allâh’ın rızâsına eriştiler. Onlara ihsân üzere tâbî olanlara da bu müjde verilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara ihsân ile tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)

Sahâbe toplumu, hem yaşadıkları zamanı hem de kendilerinden sonraki çağları şekillendirdiler. Onlarla; geceler gündüze döndü, kışlar bahar oldu. Onlar, insanlığa müstesnâ bir tefekkür ve tahassüs dünyası kazandırdılar. Onlar; insanı özüyle tanıştırdılar, kâinâtın yaratılış hikmetini öğrettiler.

İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşların basit bir yumurtadan, ağaçların yok denecek kadar minicik bir çekirdekten meydana gelişi, mikrodan makroya kadar cisimlerdeki sır ve hikmetler gibi sonsuz ilâhî kudret akışları karşısında beşeriyete duygu ve tefekkür derinliğini onlar öğrettiler. Mü’min gönüller; yine onlar vesilesiyle şükür, sabır ve hamd gibi ulvî duyguların hassâsiyetine büründü.

Bu rahmet tecellîsi; Semerkant’tan Kayravan’a, İstanbul surlarından, Afrika’nın içlerine kadar yayıldı.

İHSÂN ÜZERE İTTİBÂ

İslâm tarihinde; gönül kıvâmı bu hasletlere ne kadar yaklaştı ise, o dönemlerde rahmet tecellîleri ihsân oldu.

Muhteşem bir takvâ ve mes’ûliyet şuuru nümûnesi olan Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanında, bereket doldu taştı. Dağdaki kurtlar, kuzulara saldırmadı. İki buçuk senelik bu bereketli zamanda, İslâm öylesine ihlâsla yaşandı ve Cenâb-ı Hak öyle bereket verdi ki, valiler halîfeye;

“Zekât verecek fakir bulamıyoruz! Ancak elimizde hâlâ dağıtacak zekât malı var, bunları nasıl tevzî edelim?” diye mektuplar yazdılar.

Endülüs, Abbâsî ve Selçuklu devletlerinde de ilâhî rahmeti celbedecek bereketli zamanlar yaşandı. Fütuhat nasîb oldu. Haçlılar hezîmete uğratıldı. Nasipli milletler hidâyete koştu. Huzurlu bir medeniyet inşâ edildi.

Ecdâdımız Osmanlı da bu hakikatin en güzel örneklerinden biridir.

Sadece 400 çadırdan müteşekkil bir aşîret, kıtalara hükmeden muazzam bir devlet hâline geldi. Mazlumların hâmîsi, zâlimlerin korkulu rüyası oldu. Zulümlerin merkezi olan Bizans’ı tarihten sildi. Balkan milletlerini hidâyetle buluşturdu.

Osmanlı’nın ilk üç asrı, âdetâ sahâbe devrinin mazhar olduğu rahmet tecellîlerine mâkes oldu.

Osmanlı; cihanda hiçbir hânedâna nasîb olmayan 620 senelik bir ömür sürmüştür. Tarihte daha uzun görünen devletler varsa da, bunlarda hânedanlar kesintiye uğramıştır.

Bu tarih muhasebesi karşısında;

Biz de, kendi toplumumuzun istikbâli için, gazab tecellîlerinin sebeplerini tespit edip onlardan uzak durmak ve rahmet tecellîlerinin vesilelerini teşhis edip onlara sarılmak mecburiyetindeyiz.

Çanakkale Zaferi, rahmet tecellîlerinin imdâdımıza yetiştiği zamanların en bâriz misallerindendir.

Çanakkale’de rûhâniyet ve mâneviyâtın gücü, karşısındaki devâsâ fizikî kuvveti alt etmiştir.

Ondan asırlar önce İstanbul’un fethi de böyle bir mâneviyâtın eseridir.

Zira;

Fatih’in askerleri; ok yağmurları ve ateş lâvlarına aldırmadan İstanbul surlarına aşk ile tırmanırlarken âdetâ şehidliği paylaşamayarak;

“–Bugün şehidlik sırası bizde!” diyerek ileri atılıyorlardı. Asırlarca beklenen fetih, böyle bir fedâkârlık ve aşka nasîb olmuştur.

KUR’ÂN: RAHMETE VESİLE…

Rahmete vesile olan en mühim vesile, Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır.

Osman Gazi; bir gece, bulunduğu odadaki mushafa hürmetinden dolayı, uykuyu terk etti ve sabaha dek tilâvetle meşgul oldu. Sabaha doğru gözleri gayr-i ihtiyârî kapandığında, müjdeli bir rüya ile taltif edildi. Kayınpederi ve üstâdı Şeyh Edebâlî’nin tabiriyle bu rüya, Osmanlı’nın asırlar sürecek izzet ve bereketini temsil ediyordu.

Mısır’ı zaptederek İslâm âlemindeki tefrikayı sona erdiren ve hilâfeti İstanbul’a taşıyan Yavuz Sultan Selim Han; mukaddes emânetleri de, hilâfet nişanları olarak Topkapı Sarayı’na getirmişti. Yavuz, bu emânetlerin başında gece-gündüz Kur’ân okunması usûlünü başlattı. Bu vazifeyi deruhte eden kırk hâfızdan birinin de bizzat cihan padişahı olduğu rivâyet edilir.

Kur’ân, Cenâb-ı Hak katında kıymet ölçüsüdür. Kur’ân’ın indiği vakit, Kur’ân’ı nakleden melek, Kur’ân’ın indiği belde, Kur’ân’ı bizlere ulaştıran Rasûlullah Efendimiz, her biri Kur’ân bereketiyle zirvededirler.

İstikbâlimizin, gazab-ı ilâhîden muhafaza olup rahmet tecellîleriyle şereflenmesi, bizim ve nesillerimizin Kur’ân’a göstereceği hürmet, tâzim ve hizmete bağlıdır. Kur’ân’ı yaşamak ve yaşatmak gayretimize bağlı olarak, ilâhî yardımlar lutfedilecektir.

Bir anne-baba; evlâdına Kur’ân kültüründen, İslâm karakter ve şahsiyetinden daha kıymetli bir mîras bırakamaz.

Anne-babalar evlâtlarının istikbâlinin endişesini duyarlar. Onlara iyi bir tahsil vermek isterler. Fakat gerçek istikbâlin âhiret istikbâli olduğunu unutmamak îcâb eder. Bunun yanında dünya istikbâlini de âhiret istikbâlini de nasîb eden Cenâb-ı Hak’tır.

Dünya tahsili, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya vesile olmalıdır. Bütün ilimlerin yaratıcısı, Rabbimiz’dir.

Maalesef bugün toplum mânevî ilimden mahrum olduğu için; dünyevî ilimler, insanı gaflet musîbetine dûçâr etmekte ve Allah’tan uzaklaştırabilmektedir. Dünyevî kaygılar artmakta ve âhiret şuurundan uzaklaşılmaktadır. Hâlbuki;

Yolculuk âhiretedir. Dönüş Allâh’adır.

O yolculuk ve dönüşün hüsran olmaması için, dünyada en mühim tahsilin mârifetullah tahsili olduğunu unutmamak îcâb eder.

Kur’ân-ı Kerim eğitimi, asla basit bir tahsil olarak görülmemelidir. Kur’ân tahsili, 23 yılda tamamlanmış muazzam bir eğitim faaliyetidir. Peygamberimiz, her âyeti tatbik sahasına koyarak ashâbına tâlim buyurmuştur.

İslâm en yüce medeniyettir. Hukuku da en büyük hukuktur. Toplumu ihyâ ve âbâd eden bir hukuktur. Ashâbın gördüğü bu tahsil ile, bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana gelmiştir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Allah şu Kur’ân’la (Kur’ân’a verdiği kıymet ile) bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da (Kur’ân’a ehemmiyet vermemesi sebebiyle) alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269; Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

Peygamberimiz de tatbikatında; dâimâ Kur’ân’ı tercih etmiş, Kur’ân’a ehemmiyet verenleri önde tutmuştur.

Tebük Seferi’nde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Neccâroğulları’nın bayrağını Umâre bin Hazm -radıyallâhu anh-’a vermişti. Fakat daha sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh-’ı gördü. Ardından bayrağı Umâre’den aldı ve Zeyd’e tevdî etti. Umâre -radıyallâhu anh- (mahzun ve endişeli bir şekilde);

“–Yâ Rasûlâllah! Bana kızdınız mı?” diye sordu.

Hazret-i Peygamber;

“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir! (Kur’ân ahkâmını senden daha çok hazmetmiştir.)

Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan (hıfzına ve hayatına nakşetmiş) kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu.

Sonra Evs ve Hazrec kabîlelerine de, bayraklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. Bu emir dolayısıyla Avfoğulları’nın bayrağını Ebû Zeyd, Benî Selime’nin bayrağını da Muâz -radıyallâhu anh- taşıdı. (Vâkıdî, III, 1003)

Yaşadığımız son hâdiseler de bu rahmet ve gazab tecellîlerinin zamanımızdaki birer misâlidir:

Ramazân-ı şerîfin; ibâdetlerle, infaklarla, duâlarla, hatimlerle ihyâsıyla beraber, diğer pek çok ülkede sıkıntılar devam ederken yahut artarken, ülkemizin, salgın hastalıktan daha az zararla çıkması -elhamdülillâh- nasîb olmuştur. Eğer maddî ve mânevî şartlara iyice dikkat edilirse, inşâallah bu pandemi denen hastalık da tez zamanda bertaraf olur.

Çünkü;

İSTİĞFAR: RAHMETE VESİLE…

Tevbe ve istiğfar, azâba karşı en büyük reçetedir.

Nitekim;

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- devrinde bir kuraklık olmuştu. İnsanlar şiddetli bir kıtlığa mâruz kaldılar. Halîfe’ye yağmur duâsına çıkmayı teklif ettiler. Herkes toplanınca Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- yağmur duâsı yapmak üzere minbere çıktı. Fakat istiğfâr etmeye başladı. Sadece istiğfâr ediyor, başka bir şey söylemiyordu. Bir müddet böyle devam ettikten sonra minberden indi. Orada bulunanlar hayretler içinde;

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Yağmur duâsı için çıktınız, lâkin hiç duâ ettiğinizi duymadık. Sadece istiğfâr edip indiniz!?.” dediler.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–İstediğiniz rahmeti, kendisiyle yağmurun indirildiği semâ anahtarlarıyla talep ettim.” buyurdu ve sözüne delil olarak şu âyet-i kerîmeleri okudu:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12)

“Ey kavmim! Rabbinize istiğfâr edin; sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize semâdan (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek (Allah’tan) yüz çevirmeyin!” (Hûd, 52)

“Rabbinize istiğfâr edin; sonra tevbe edip O’na yönelin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.” (Hûd, 90)

Bu âyet-i kerîmeleri okuyan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, sözlerini şöyle tamamladı:

“–O hâlde siz de Rabbinizden, hata ve günahlarınızı affetmesini isteyin, samimî bir şekilde tevbe edin ve Allâh’a yönelin!” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III, 351-351)

Câfer-i Sâdık Hazretleri de buyurur:

“Kimin rızkı daraldıysa, hemen istiğfârı çoğaltsın!”

Ancak tevbeyi «nasuh», samimî, devamlı ve kalıcı yapmak lâzımdır.

Abdülkādir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Sadece tevbe etmiş olmak, işi hâlletmez. Asıl mesele, tevbede sebât etmektir. Nitekim bir ağaç dikmekte esas olan da, ağacı dikmek değildir. Asıl mesele, dikilen ağacı büyütmek, meyve verir hâle getirmek ve dâimî bir sûrette güzel meyve vermesini temin etmektir.”

Kalıcı bir tevbenin mânâsı ıslahtır.

HÂLİ ISLAH: RAHMETE VESİLE…

Cenâb-ı Hakk’ın bir topluma tecellîleri, onların hâlleriyle tenâsüp içindedir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar, Allah, onlarda bulunan hâli değiştirmez…” (er-Ra‘d, 11)

Toplumlar; hâllerini Allâh’ın râzı olduğu, sevdiği ve mükâfatlandırdığı hâllere tebdil ederlerse, rahmet-i ilâhiyye coşar ve nasipler gelir. Şükrettikçe artar. Toplum huzurla dolar. Bunu te’yid eden bir başka Kur’ânî tâlimat şöyledir:

“Halkı ıslah ediciler olduğu hâlde, Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez.” (Hûd, 117)

Öyleyse; başımıza bir imtihan, bir sıkıntı geldiğinde, sadece lisanlarla tevbe etmek değil, hâllerimizi de bizzat değiştirmek, ıslah etmek, şer-i şerîfe muvâfık hâle getirmek için gayret etmemiz îcâb eder.

Kendisini ıslah eden ve rahmete müstağrak olan mü’min, o rahmeti herkese tevzî etmek ister. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifeleri de, ilâhî rahmeti celbeden güzel sıfatlardır.

Peygamberimiz’in ömrünün muhtevâsı da; hidâyet, tebliğ, müsterşidi irşad ve ümmeti takvâ ile olgunlaştırma vazifeleriyle hulâsa edilebilir.

Cenâb-ı Hak, istiğfâra devamın ve Allah Rasûlü’yle beraberliğin azâba karşı âdetâ bir paratoner / bir siper-i sâika olduğunu şöyle beyan buyurmuştur:

“Sen onların içinde iken Allah, onlara azâb edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azâb edici değildir.” (el-Enfâl, 33)

Cenâb-ı Hak, zor zamanlarda; «Sabır ve namazla» Zât’ından yardım istememizi emretmiştir. (Bkz. el-Bakara, 45, 153)

Kendisinden namazla yardım isteyene Rabbimiz’in imdâda yetişmesinin en güzel bir misâli şu kıssadır:

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ailesiyle birlikte Mısır’a girdiği zaman, Firavun’un adamları, cemal sahibi bir kadın olduğu için Sâre Vâlidemiz’i Firavun’un sarayına götürdüler.

Sâre Vâlidemiz, hemen iki rekât hâcet namazı kılarak Firavun’un şerrinden Allâh’a sığındı. Firavun ona yaklaşmak istediğinde korktu, titredi ve onun hemen serbest bırakılmasını emretti. Hattâ Hâcer Vâlidemiz’i de onlara hediye edip bir an önce gönderilmelerini istedi.

Yani Cenâb-ı Hak, Sâre Vâlidemiz’i namaz vesilesiyle Firavun’un şerrinden muhafaza buyurdu.

RASÛLULLAH EFENDİMİZ’E İTTİBÂ:

RAHMETE VESİLE…

Rasûlullah Efendimiz’e ilticâ, O’na salât ü selâm getirmek ve O’nun sünnet-i seniyyesine sarılmak da, rahmeti celbeder:

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“… (Ey Habîbim!) Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman Sana gelip de Allah’tan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve esirgeyici bulurlardı.” (en-Nisâ, 64)

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’i çok sevmektedir. Bu sebeple, O’nu seven ve O’na ittibâ edenleri de sever ve onlara rahmet tecellîleri ihsân eder.

Sahâbe efendilerimizi en çok ümit ve heyecana gark eden nebevî müjde şu idi:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Onlar dünyada mazhar oldukları Efendimiz’le beraberlik nimetini, âhirete taşıyabilmenin derdindeydiler. Bunun yolunun, Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmak olduğunu idrâk etmişlerdi.

Peygamberimiz’e ittibâ etmek, Kur’ân ve Sünnet’i yaşamak, yani hayatın hiçbir safhasında İslâm’ı unutmamak demektir.

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i kitâbı İslâm’a davet ederken şu müjdeli beyanlarda bulunur:

“Eğer onlar; Tevrât’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirilen (Kur’ân)’ı doğru dürüst uygulasalardı (yaşayıp yaşatsalardı), şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından (nice nimetler) yerlerdi, (her yerden bol bol yağacak bereketli nimetlerle perverde olurlardı)…” (el-Mâide, 66)

Peygamberimiz’in ahlâkının her bir şûbesi, rahmete vesile:

TEVÂZU: RAHMETE VESİLE…

İmam Şârânî Hazretleri’nin buyurduğu gibi;

“…Rahmet-i ilâhî, dâimâ fakîru’l-meşreb, mütevâzı kimselerin (kırık) gönüllerine nüzûl eder. Görmüyor musunuz ki, yağmur suları bile dâimâ (yüksek ve sivri yerlerde değil) çukurlarda ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor.”

Cenâb-ı Hak, gurur ve kibri kahreder. Tevâzuu ise bereketlendirir. Şair bu hakikati ne güzel ifade etmiştir:

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât,
Mütevâzı‘ olanı rahmet-i Rahmân büyütür!..

“Bitki, toprağa düşmedikçe feyiz bulup büyüyemez. Mütevâzı olanı, Allâh’ın rahmeti maddeten ve mânen yükseltir.”

Nitekim bir yağmur duâsına çıkılacağı zaman, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbedebilmek için; garipler, kimsesizler, mâsum çocuklar, hattâ hayvanlar bile götürülür, eski elbiselere bürünerek, tevâzu, acziyet ve hiçlik hâlinde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edilir.

Zira tevâzu ve mahviyet içerisinde, acziyetini müdrik bir hâlde Cenâb-ı Hakk’ın rahmet kapısında af dilenmek; Allâh’ın mağfiretiyle birlikte, ilâhî lütuf, ihsan, nusret ve bereketin en güzel davet şeklidir.

Hakikat böyle iken;

Salgın hastalıktan biiznillâh şifâ bulan kimseler hakkında; «Hastalığı yendi!» gibi ifadelerin kullanılması asla doğru değildir. Bu iddialı tarz, bizim medeniyet lisânımızın muhtevâsına hiç uymayan bir ifadedir.

İslâmî terbiye, hayırları ve muvaffakiyetleri dâimâ Allâh’a nisbet etme edebini öğretir. Muharrirler eserlerinin başında;

وَمَا تَوْف۪يق۪ٓي اِلَّا بِاللّٰهِ

“Başarı ancak Allah’tandır.” yazarak tevâzua bürünürler. Kusuru kendilerine, muvaffakiyeti Cenâb-ı Hakk’a izâfe ederler.

Bir hususta bir görüşlerini söyleseler, sonuna;

وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

“Allah, doğrusunu en iyi bilendir.” ifadesini ilâve ederler.

Bir hastalıktan iyileşince de, doğru ifade;

“Allah şifâ nasîb etti.” demektir.

Muhteşem fetihlerin nasîb olduğu Kanunî devrinde, Barbaros Hayreddin Paşa, Preveze Zaferi’nde mağlûp ettiği Andrea Dorya donanmasını Haliç’e getirmişti. Bu merasimi seyrederlerken bir vezir heyecanlanarak, Kanunî’ye hitâben;

“–Ne kadar fahretseniz / övünseniz azdır!” dedi.

Kanunî ise, hiçlik ve tevâzu edebiyle şöyle cevap verdi:

“–Paşa! Bize; fahretmek (övünmek) mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabbimiz’e hamd ile şükretmek mi düşer?!.”

Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbeden en güzel ahlâkî hasletlerden biri de uhuvvettir.

KARDEŞLİK: RAHMETE VESİLE…

Tarihçilerin ittifakıyla sâbittir ki;

Osmanlı’yı emsâli olan sayısız beylikler içinde seçip ayıran hususlardan biri, beylikler arasındaki kavgalara karışmayıp, yönünü gazâ ve hidâyetlere vesile olma şuuruyla Bizans’a çevirmesiydi.

Yine Fatih Sultan Mehmed Han zamanında, Osmanlı’nın muvaffakiyetinin sebeplerini araştıran papazların şu kardeşlik tabloları karşısında hayrete düştüklerine dair tarihî kayıtlar vardır:

Papazlar, toplumun karakterini tespit için sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara şu cevabı verdi:

“–Ben siftah yaptım. Bu ihtiyacınızı henüz siftah yapmayan komşumdan alın!”

Papazlar ziyaret ettikleri bir mahkemede de şöyle bir dâvâ ile karşılaştılar:

Kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mesele arz etti:

“–Efendim, bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm. Fakat kabul etmedi.”

Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi. O da;

“–Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vâkî oldu. Fakat; ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsulden bir hakkım yoksa altındakinde de öyledir…” dedi.

Kadı, bu iki gerçek müslüman insan arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. İki tarafın rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı.

Bu hâdisenin bir benzeri de geçmiş ümmetlerde yaşanmış ve Rasûlullah Efendimiz tarafından anlatılmıştır. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Akdiye, 21; İbn-i Mâce, Lukata, 4)

Hâsılı;

Fert ve toplum olarak ilâhî rahmete nâil olmak istiyorsak, Kur’ânî tâlimatlara riâyet edeceğiz.

Bu riâyetin en güzel tatbikatını bize fiilen gösteren Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ittibâ edeceğiz.

Kur’ân ahlâkını, Rasûlullah Efendimiz’in ahlâkını yaşayacak ve yaşatacağız.

Muvaffak olabilene ne mutlu!..

MÂNEVİYAT: RAHMETE VESİLE…

Rahmet tecellîlerine, ümmetin iki vaziyette ihtiyacı çok artmıştır:

•Moğol istîlâları, haçlı seferleri ve zamanımızda mazlum diyarlarda yaşanan fitneler gibi çileli zamanlarda…

•Lâle devri ve zamanımız gibi dünyevîleşmenin, servetin ve imkânların âhireti unutturduğu çılgınlık zamanlarında…

Zamanımızda İslâm âlemi, bölge bölge her iki şartın da zorluklarını yaşamaktadır. Böyle zamanlarda tasavvuf terbiyesi, rahmet tecellîlerinin zuhûruna vesile olur.

Tasavvufî hayat;

•Meşakkat ve zorluklar içindekilere, sabır, tahammül ve ümit kazandırır. Dayanma gücü aşılar.

•Servet ve imkân içindekileri de nefis tezkiyesi, riyâzat ve mücâhede ile terbiye eder. Fert ve topluma disiplin kazandırır. İsrafa mânî olur, merhamet ve infâka sevk eder.

Ezcümle;

Rahmet tecellîlerinin tek çaresi, mâneviyâta sarılmaktır.

Cenâb-ı Hak; rahmetinin vesilelerini bizlere sevdirsin, cemiyetimizi ve nesillerimizi rahmet, lütuf ve bereketleriyle taltif buyursun.

Âmîn!..