GAZAP TECELLÎLERİNDEN MUHAFAZA

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

BİR SİYAH BULUT

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle anlatır:

“Siyah bir bulut görünce veya rüzgâr şiddetli esince, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek yüzünün rengi değişirdi. Böyle bir günde kendisine dedim ki:

«–Yâ Rasûlâllah! İnsanlar bulutu görünce, yağmur yüklü olduğu ümidiyle sevinirler. Lâkin Sen bulutu gördüğünde tedirgin oluyorsun. Bu da yüzünden anlaşılıyor. Bunun sebebi nedir?”

Bana şöyle buyurdu:

«–Ey Âişe! Bu kara bulutun içinde azap bulunmadığını bana kim temin edebilir? Bazı milletler rüzgârla cezalandırılmışlardır. Nitekim bir kavim, azap yüklü bulutu görünce (gaflet içinde şöyle) demişlerdi:

‘Bu bize yağmur getiren bir buluttur!’» (Bkz. el-Ahkāf, 24)” (Buhârî, Tefsîr, 46/2; Müslim, İstiskā, 16)

Görmekteyiz ki;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kâinatta her zaman ilâhî tecellîlerin vukua geldiği idrâkiyle hâdisâtı Rabbinin adıyla okumaktadır. Gazab-ı ilâhînin tecellî etmesinden endişe duymaktadır.

Peygamberlerin, gazab-ı ilâhî ile titreyişine bir misal de, nebîler silsilesinden şu kıssadır:

Hazret-i İbrahim’e misafirler gelmişti. Cömertliği ve misafirperverliği meşhur olan İbrahim -aleyhisselâm- hemen onlara yemek ikrâm etti. Fakat onların hiçbir şey yiyip içmediğini gören Hazret-i İbrahim, onların melek olduğunu anladığı için çok endişe etti. Gazab-ı ilâhî ile kavmini helâk vazifesiyle gönderilmiş olduklarını düşündü ve titredi.

Melekler ise şöyle dediler:

“–Korkma yâ İbrahim!.. Biz İshâk’ı müjdelemek için sana geldik. Sonra da Lût -aleyhisselâm-’ın ahlâksız kavmi olan Sodom Gomore’yi helâk edeceğiz. Çünkü onlar gazab-ı ilâhîye müstehak oldu. Onların affı için duâ da etme! Çünkü Rabbinin azap emri gelmiştir. Artık senin duân ile geri döndürülemez!” (Bkz. Hûd, 69-76; el-Ankebût, 31-32; ez-Zâriyât, 24-37)

Hakikaten hâdiseler mecmûası olan tarih, ilâhî rahmet ve gazab tecellîlerinden ibarettir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in îkaz buyurarak hatırlattıkları üzere, Âd, Semûd gibi nice kavimler gazab tecellîlerine mâruz kaldılar. Tarihten silindiler.

Onların arkasından ne semâ ağladı ne arz!.. (Bkz. ed-Duhân, 29) Onlar helâk oldu diye gözler yaşarmadı, gönüller sızlamadı. Bilâkis mazlumların âhları ve bedduâları ile onlar, tarihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.

Üstümüzdeki semâ, zâlimlere ızdırap ve felâketler döken eski semâdır. Tepemizdeki güneş; Firavun, Hâmân ve Nemrut gibi nice zâlimlerin köşk ve saraylarını da aydınlatan, sonra da harâbeleri üzerine doğan aynı güneştir.

Kur’ân-ı Kerim; muhtevâsının takrîben üçte birlik kısmında, geçmiş ümmetleri ve onların âkıbetlerini anlatır.

Hulâsa edecek olursak;

Âd ve Semûd; bedenî güç, kuvvet ve servetleriyle kibirlendiler. Keyif için köle öldürecek kadar azgınlaştılar ve zâlimleştiler.

“Bizden daha kuvvetli kim var?!.” diye böbürlendiler.

Azap kamçısı ile yerle bir oldular.

Keldânîlerin başı Nemrut ilâhlık taslamaya kalktı. “Ben de öldürürüm, ben de diriltirim!” diye küstahlık sergiledi. Aczini bilemedi.

Bir topal sinek ile yerle bir oldu.

Nuh kavmi küfür ve isyanda inat ettiler, mü’minlerle alay ettiler, «ibâdullâh»ı istihkar ettiler. «Fakirleri yanından kov!» dediler. Hazret-i Nûh’a zulmettiler, hakaret ettiler.

Sular altında kaldılar, helâk oldular.

Lût -aleyhisselâm-’ın gönderildiği Sodom Gomore halkı, ahlâksızlığa ve rezilliğe gömüldüler. Kendilerini îkaz edenlere; «Temizler aramızdan çıksın!» diyecek kadar, habâseti, çirkinliği ve fuhşiyâtı sahiplendiler.

İlâhî gazaba dûçâr oldular, altları üstlerine getirildi, üzerlerine pişmiş balçıklar yağdırıldı.

Şuayb -aleyhisselâm-’ın gönderildiği Medyen ve Eyke; insanları dolandırdılar, tartıda-ölçekte hile yaptılar, paraya ve maddeye taptılar.

Onlar da kahr-ı ilâhîye dûçâr oldular.

Firavun, binlerce bebeğin canına kıydı. İsrailoğullarına zulmetti, köleleştirdi. Sırf îmân ettiler diye; sihirbazları çarmıha gerdirip kollarını, bacaklarını keserek korkunç işkencelerle katletti. «Ben sizin yüce Rabbinizim!» diyecek kadar kibir ve gururun zebûnu oldu.

O ve hânedânı da; önce seller, çekirge, haşere ve kurbağa istîlâlarına uğratıldılar. Berrak Nil onlar için kan şeklinde aktı. Fakat her defasında azap kalktıktan sonra yüz çevirdiler, sonunda Kızıldeniz’de boğularak helâk oldular.

Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Firavunların, Âd kavminin (ve emsâlinin) başına gelenleri (ilâhî kahırları ve azap kamçılarını) duyan akıllı insanlar, şu varlıktan (nefsânî arzuların çirkinliklerinden) vazgeçer, hırs ve gururu da bırakır.

Şayet varlık iddiasından, kendini büyük görmekten ve hırstan vazgeçmezse, bu sefer onun bedbaht hâlinden, başkaları ibret alır.(O da belâya uğrar da ibret-i âlem olur!)”

ZAMANIMIZIN FİTNELERİ

Câhiliyye devrinin yeniden zuhûruna sahne olan günümüzde, ilâhî kahır ve gazaba sebebiyet veren bütün bu kötülüklerin hepsi mevcut.

•Milyonlarca mazlum insan, bilhassa mâtem yurtlarına dönen İslâm âlemi; zâlimlerin işkenceleri altında inliyor.

•Sömürülen maddiyat, teknoloji ve yapay zekâ ile; «Bizden kuvvetlisi yok!» diye şımaran birtakım güçler, kibirle ateizm propagandası yapıyor. İslâm’a fobi / korkulacak bir şey iftirası atıyor.

•Kapitalizm’in pençesinde her şey maddiyat, fâiz ve sömürme üzerine kurulu. «Altta kalanın canı çıksın!» anlayışı hâkim. Merhamet unutulmuş, vicdanlar kurumuş. Aynı dünyada bir tarafta milyonlar aşırı yemekten, oburluktan, diğer tarafta da garip ve çaresiz milyonlar açlıktan ölüyor.

•Ahlâksızlık, kendine hak ve iltifat arayışına girişmekte. Kendisini îkaz edene saldırmakta. Yeni nesilleri iğfal etmek üzere hücum etmekte.

•İnternet ve cep telefonları, insanları âdetâ gönüllü köleler ve robotlar hâline getirmekte. Menfî programlar, rezil modalar ve yanlışa özendirici reklâmlar; nesilleri, biyolojik anne-babalarından koparıp, başka diyarların çocuğu hâline getiriyor.

Bunların biri dahî, geçmişte gazab-ı ilâhînin galeyâna gelmesine ve bir kavmin yeryüzünden silinmesine kâfî gelmişti. Bugün hepsi katlanarak mevcut, hepsi birden işlenmekte.

Cenâb-ı Hak; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in duâsına icâbetle, topluca helâk etmiyor, insanlığı yeryüzünden silmiyor. Fakat mevziî ve mahallî olarak, kahır ve gazab tecellîleri devam ediyor.

Ehl-i İslâm olarak bu gazab tecellîlerinden muhafaza olmak için çok gayret etmemiz îcâb eder. Bunun yolu, Cenâb-ı Hakk’ın gazabına müstehak olan çirkin fiilleri ve kötü hâlleri tespit edip onlardan içtinâb etmek, uzak durmaktır.

ZULÜM: GAZAB SEBEBİ…

Cenâb-ı Hak; adâleti emreder, zulmü ise yasaklar, zâlimleri sevmez ve iki dünyada da onlara gazab eder.

Ekseriyâ daha dünyada iken zâlimler, kahra uğrarlar. Şair şöyle dile getirmiştir:

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir,
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîran.

Bazen ise Cenâb-ı Hak, birtakım hikmetlerle bu cezayı tamamen âhirete tehir eder.

Fakat, zâlimlerin yaptıkları bütün zulümler aslında kendilerine bir şekilde döner.

Meselâ;

Yıllardır zulüm çarkıyla müslüman beldelere kan ağlatan sözde süper güçler, bugün bir hastalık ile bu ibretli hakikati yaşamaktadırlar. Allah yok kadar bir varlık olan virüsle devâsâ küresel güçleri acze mahkûm etmiştir.

Bugün mazlumların sesli ve sessiz ah feryatları semâlara yükseldi. Gökler onları merhametle kuşattı, kötü sağlık şartlarına rağmen o mazlum beldelerde virüs pek görülmedi. Ancak virüsler, onlara zulmeden zâlimleri hallaç pamuğu gibi savurdu ve âdetâ o mazlumların intikamını aldı.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Bu dünya, bir dağa benzer. İşlerimiz, yaptıklarımız da seslenmek gibidir. Seslerimiz; güzel de olsa, çirkin de olsa, dağa çarpar, döner yine bize gelir.”

Zâlimler; dünyevî olarak refah ve eğlence içinde görünseler dahî, psikolojik olarak en ağır kasvet ve depresyonlara mahkûm, kapkaranlık bir ruh hâli içindedirler. Bu hâlden kurtulmak için, alkolizm ve uyuşturucuların pençesine düşerler. İntihardan bile medet umar hâle gelirler.

Gafillere; daldıkları hırs, ihtiras vesâire kötü ahlâkları ve zulümleri sebebiyle dâimâ azap ve darlık vardır.

Dünyada kazâ ve kaderin işleyişi hâkimdir. İbret gözüyle temâşâ edenler, o işleyişin «şans ve tesadüf» gibi hikmetsiz olmadığını, vukuâtın ardında ceza ve mükâfat sırlarının gizli olduğunu görürler.

Şu kıssa, kaderin işleyişindeki adâlet nizâmının güzel bir îzâhıdır:

ZÂLİMİN YANINA KALMAZ!..

Beşinci Abbâsî halîfesi Harun Reşid, sarayın bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Bahçıvana; şekli, eşsiz kokusu ve müstesnâ rengiyle pek zarif olan bu gülü îtinâ ile korumasını emreder.

Bahçıvan da Sultan’dan aldığı bu emir dolayısıyla, gülün üzerine âdetâ titremeye başlar. Her seher vaktinde ilk işi, o gülün bakımını eksiksiz yapmak olur. Yine bir sabah gülün bakımını yapmak için yanına gittiğinde bir de bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Gülün dallarında tek bir yaprak bırakmamış. Büyük bir korku içerisinde Halîfe’ye koşup;

“–Sultanım!” der. “Üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, gülün üstünde tek bir yaprak bırakmamış.”

Harun Reşid, bahçıvanın söylediklerini sükûnetle dinledikten sonra, telâş göstermeden şöyle der:

“–Üzülme bahçıvan efendi, üzülme! Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz.”

Sultan’ın bu cevabı üzerine rahat bir nefes alan bahçıvan ise işine döner. Aradan henüz birkaç gün geçmiştir ki, bahçıvan, gülün yapraklarını düşüren bülbülü bir yılanın yakaladığını ve yutmak için otların arasında kaybolup gittiğini görür.

Heyecanla yine Halîfe’ye gelir;

“–Sultanım!” der. “Çok sevmiş olduğunuz gülün yapraklarını döken bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm.”

Sultan yine telâşsız;

“–Merak etme efendi!” der. “Bülbülün âhı yılanda kalmaz. O da ettiğini bulur.”

Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken, bülbülü öldüren yılanın otların arasından kendisine yaklaşmakta olduğunu görür. Hemen elindeki küreğiyle vurarak yılanı öldürür.

Yine Halîfe’nin huzûruna gelip sevinç içerisinde;

“–Sultanım! Bülbülü öldüren yılanı, ben de bahçede küreğimle öldürdüm.” diyerek durumu anlatır.

Harun Reşid yine sakin;

“–Bekle bahçıvan efendi, bekle!” der. “Yılanın âhı da sende kalmaz. Sen de yaptığının karşılığını görürsün.”

Nitekim çok geçmez, bahçıvan işlediği bir hata sebebiyle Halîfe’nin huzûruna çıkarılır ve cezalandırılması istenir. Halîfe de onun zindana atılmasını emreder. Askerler, yaka paça zindana doğru götürürken geriye dönen bahçıvan Sultan’a şunları söyler:

“–Sultanım! «Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz!» dediniz, onu yılan yuttu. «Bülbülün âhı yılanda kalmaz!» dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, zira sen beni zindana attırıyorsun. Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, senin ki mi kalacak?.. Demek sana da bir yapan çıkacak; öyle ise gel sen bana yapma ki, bir başkası da sana yapmasın.”

Harun Reşid bir müddet sükût ettikten sonra, bahçıvana hitâben; «Doğru söyledin!» diyerek askerlere şu emri verir:

“–Bırakın bahçıvanı, çiçeklerini sulamaya devam etsin.”

Bunun üzerine, Sultan ile bahçıvan arasındaki konuşmaya şâhit olan bir kimse şöyle der:

“–Sultanım, gereken cezasını vermediğiniz takdirde bahçıvanın yaptığı, yanına kalmış olacak.”

Harun Reşid, bu sözler üzerine şu hakikati ifade eder:

“–Hayır! Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. En ağır şekliyle âhirette ödemeye tehir edilir! Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kâr kaldı sanır.”

Zulmün bir şekli de fesat çıkarmaktır:

BOZGUNCULUK: GAZAB SEBEBİ…

Kardeşliği bozmak, insanların arasına düşmanlık tohumları saçmak, husûmeti tahrik edecek sözleri insanlar arasında taşımak; bu çirkin fiiller Allâh’ın gazablandığı fiillerdir.

Kardeşliğin bozulması, nice İslâm diyarlarının elimizden kayıp gitmesine sebep olmuştur. Yedi asır güzîde bir İslâm beldesi olan Endülüs’te, küçük müslüman devletler arasındaki husûmet o hâle vardı ki; gaflet içinde, birbirlerine karşı hıristiyan devletlerle anlaşmaya başladılar. Hıristiyanlar birleşirken, müslümanlar parçalandı. Sonunda Endülüs kaybedildi.

Hâlbuki fethedilirken, ne büyük bir rahmet-i ilâhiyye tecellî etmişti:

Târık bin Ziyâd’ın, elbiseleri yamalı 7 bin kişilik ordusu; 95.000 kişilik İspanya ordusunu bertaraf etmişti.

Asırlarca Osmanlı’nın adâlet ve huzur kanatları altında yaşayan Balkanların kaybedilişinde de, kardeşliği yıkan bozgunculuk faaliyetleri vardır. Öyle ki, düşman Edirne’ye dayandığı hâlde, asker; hâlâ içine düştüğü parti tefrikasının vesvesesiyle hareket etmiştir. Bu gaflet içinde; asırlarca ezan dinlemiş beldeler, tek kurşun atmadan düşmana terk edilmiştir.

Kardeşler arasında fesat; küçük, ehemmiyetsiz şeylerden başlar.

Mevlânâ Hazretleri; mü’minlerin, Allah için birbirlerinin kusurlarını affedip iyilikte bulunarak kardeşliği ihyâ etmeleri gerektiğine şöyle işaret eder:

“Din kardeşinden bir cefâ gördünse, onun bin vefâsı olduğunu hatırla!.. Çünkü iyilik, günaha karşı şefaatçi gibidir.”

Âyet-i kerîmede kötülüğün iyilikle bertaraf edilmesi ne güzel bir ahlâktır:

“…İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34)

Rasûlullah Efendimiz; kendisine yirmi yıl kadar eziyet eden hemşehrîlerini, kısas yapma fırsatının doğduğu fetih gününde affetti. Bu af sayesinde, rahmet-i ilâhiyye galeyân etti. Yirmi yıldır inatla küfürde ısrar edenler, kısa sürede İslâm’a girdiler.

Kardeşliğin bozulmaması için; “Ben haklıyım, o haksız!” gibi lâkırdılardan vazgeçmek lâzımdır. Karşı taraf haksız da olsa; onu ıslah edecek, kazanacak bir gönülle ona yaklaşmak gerekir.

Ne güzel bir menkıbedir:

İki kardeşlikten birisi istikametini bozduğu için, diğerine;

“–Artık bu kardeşinden vazgeç!” derler.

O ise şöyle der:

“–Ne münasebet! Bilâkis o, asıl şimdi bana daha çok muhtaç. Böyle bir zamanda onu terk etmek doğru olur mu hiç?!. Ben şimdi ona öğüt verecek ve düzelmesi için Allâh’a duâ edeceğim.”

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi de, düştüğü bir zaaf neticesinde son derece mahcup olup dergâhtan kaçar. Bir müddet sonra; gönlü harâbeye dönmüş bu talebe, dostlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözüne ilişiverir. Talebe, hocasını fark edip utancı sebebiyle derhâl uzaklaşır. Durumu sezen Cüneyd -kuddise sirruhû-, yanındakilere;

“–Siz dönün, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip talebesinin ardınca gider. Geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini takip ettiğini görünce heyecana kapılarak adımlarını sıklaştırır. Girdiği bir çıkmaz sokakta mahcubiyetin verdiği telâşla, gayr-i ihtiyârî başını duvara çarpar. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girip başını önüne eğer. Hazret müşfik sesiyle;

“–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun! Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti asıl böyle zor günlerde ve müşkil zamanlarda olur.” der ve onu gönül sarayına alıp dergâhına götürür. (Bkz. Tezkiretü’l-Evliyâ, 469)

Kardeşliğin ve huzurun temeli, emniyet ve sadâkattir. Bunu bozacak şeyler, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını tevlid eder.

HIYÂNET: GAZAB SEBEBİ…

Kudsî hadîs-i şerifte Rabbimiz’in şöyle buyurduğu bildirilmiştir:

“Biri diğerine hıyânet etmediği müddetçe, iki ortağın üçüncüsü ben olurum. Biri arkadaşına hıyânet etti mi ben aralarından çekilirim.” (Ebû Dâvûd, Büyû‘, 27)

Bozgunculuk ve hıyâneti engellemek için, çare emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifelerini, bi-hakkın îfâ etmektir.

Sene-i devriyesinde olduğumuz 15 Temmuz Zaferinde de, Çanakkale ve emsâli büyük zaferlerdekine benzer şekilde ilâhî rahmet tecellî etmiştir. Ülkesine hıyânet edenlere karşı; dînini, vatanını muhafaza için canını ortaya koyan halkımız sokaklara dökülmüş ve karanlık mihrakların oyunu, Allâh’ın yardımı ve izniyle bozulmuştur.

Bu vesileyle şehidlerimize Allah’tan rahmet dileriz.

Âyet-i kerîmede, geçmiş kavimlerin helâkiyle alâkalı olarak şöyle buyurulur:

“Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak fazîletli kimseler bulunsaydı ya!

Fakat onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnâdır (bunlar vazifelerini yaptılar).

Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.

Halkı ıslah ediciler olduğu hâlde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez.” (Hûd, 116, 117)

Âyet-i kerîmede bir gazab sebebi daha zikredilmekte:

MADDİYATLA ŞIMARMAK: GAZAB SEBEBİ…

Servet insan için en zor imtihanlardan biridir. Cenâb-ı Hak; bir kuluna veya bir topluma servet ve bolluk verdiğinde, o kişiyi yahut cemiyeti imtihan etmektedir:

•Bu serveti Allah’tan mı bilecek yoksa kendisine mi izâfe edecek?

•Bu imkânları nefsine mi tahsis edecek yoksa kardeşlerini düşünecek mi?

Kārun bu imtihanda kaybedenlerin fecî bir nümûnesidir.

Bu bedbaht şahıs, başlangıçta Hazret-i Musa zamanında yaşayan fakir bir mü’min idi. Şeytanın telkinleriyle maddiyat hırsı gitgide arttı. Sonunda çok zengin oldu. Hazineler dolusu altını vardı. Kavmindeki ârif kişiler, kendisine;

“Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi sen de ihsân et!”

“Şımarma! Allah şımaranları sevmez!” şeklinde îkaz edici, faydalı telkinlerde bulundular.

O ise büyük bir kibir ve nankörlükle;

“Ben kendi bilgim sayesinde bu serveti kazandım!” dedi. (Bkz. el-Kasas, 76-78) Kibirlendi. Sonunda Hazret-i Musa’ya tavır koydu. İftira attı ve kahr-ı ilâhî, Kārûn’un üzerine indi!.. Servetiyle beraber yerin dibine geçti.

KİBİR: GAZAB SEBEBİ

Kibir ve kendini beğenmek Cenâb-ı Hakk’ın asla râzı olmadığı bir kötü ahlâktır. Hazret-i Mevlânâ şu teşbihle anlatır:

“Tâvus kuşunun kanadı, canının düşmanı olmuştur. Birçok hükümdarların da kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.”

Buna mukabil tevâzu, rahmeti celbeder. Alparslan, kefen iklimine girerek tevâzu içinde cihâd ettiği Malazgirt’te tarihin en büyük zaferlerinden birine nâil oldu. Lâkin bir müddet sonra; ordusunun azametiyle bir an tefâhur edince, zayıf bir gafilin hançeriyle mağlûp ve şehid oldu. Bu muhasebeyi de son nefeslerinde kendisi anlattı.

Devrimizde hâkim olan ve maalesef müslüman beldelere de sıçrayan Kapitalizm ve maddiyatla şahsiyetin eksikliğini gidermeye çalışma hastalığı, Kārûn’un peşinden gitmektir. Gazaba uğramaktır.

Bu gazabdan kurtulmak ise; serveti helâlden kazanmak, nefse kifâyet miktarı sarf edip, geri kalanı Allah yolunda infâk etmekle mümkündür. Bu aynı zamanda merhametin de iktizâsıdır.

Dünyada binlerce fakir, muzdarip, yetim, bîkes ve çaresiz insan varken; mültecîler yerlerinden, yurtlarından koparılmış perişan vaziyette imdat beklerken; onları düşünmeyip israf ve lüks içinde debelenmek, insanlık haysiyetine de yakışmaz.

Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

“Şems benim (zihnime değil, kalbime) bir şey öğretti;

«Dünyada üşüyen biri varsa, sen Celâleddin, ısınma hakkına sahip değilsin!» dedi. Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyenler var, ben artık ısınamıyorum!..”

Muhterem Pederim Musa Efendi de şöyle derdi:

“Evlâdım, mutlaka riyâzat hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini yine Allah için infâk edin!”

“Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzatı, yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu, hayatınızın her safhasına yayın. Yani her zaman riyâzatla yaşayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin!”

“Şunu iyi bilin ki; Dolmabahçe Sarayı’nda da Topkapı Sarayı’nda da yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nimetler ziyân edilmiş demektir. Ziyân edilen nimetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”

İnfak deyince hatıra sadece para vermek gelmemelidir. İnfak, yalnız maddî değil, aynı zamanda mânevîdir. Bu bakımdan;

•Maddî imkânı Allah yolunda sarf etmek infaktır.

•Bedenî gücün, kuvvetin varsa, onu Allah yolunda sarf etmek de infaktır. Sahâbî, infâkın bu şeklini edâ ederek, Çin’e gitti, Semerkant’a gitti.

•Evlâtlarımızı ve talebelerimizi İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetiştirmemiz de infaktır.

•Allah yolundaki bütün gayretler infaktır.

•Güzel, yumuşak ve tesirli sözlerle, tebliğ ve irşadda bulunmak infaktır.

“Tebessüm sadakadır…” (Tirmizî, Birr, 6) hadîsi, infâkı doğru anlamamızda bir anahtardır. İnfâkı, sadece para vermek olarak anlamamalıdır. İnfak, hayatımızın her safhasını kaplamalıdır. Her imkânımızı, Allah yolunda seferber etmemiz şeklinde tezâhür etmelidir.

İnfak merhametin gereğidir. Merhamet olmayan yerde insan yoktur. Zâlimler; bugün merhamet filizini soldurdular, çökerttiler, insan harap oldu, kendileri harap oldu. İşte zaman zaman Cenâb-ı Hakk’ın gazab ve intikam tecellîleri zuhûr etmekte.

Şu sır tecellî etmekte:

“…Andolsun; eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!..” (İbrâhîm, 7)

Maddî nimetlerin şükrü infâk iledir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“…Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez…” (el-Enfâl, 53)

Cimri, Allâh’ın verdiğini Allah’tan esirgemeye kalkar. Zanneder ki vermeyince daha çok olacak. Hâlbuki; bereket veren, nasîb eden Allah’tır.

Bu hakikatlerin tarihî bir misâlini bütün dünya temâşâ etti:

Avrupa; mâtem ülkelerine çevirdiği ülkelerden kaçarak, kapısına dayanan mültecîlere karşı cimrilik etti. Lâkin salgın hastalık yüzünden çok daha fazlasını kaybetti.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel anlatır:

“Allâh’ın devesi ırmaktan, dolayısıyla buluttan su içmekte idi. Semûd kavminin zâlimleri tut­tular, Allâh’ın suyunu Allah’tan esirgediler. Deveyi öldürdüler.

Bunun üzerine;

Cenâb-ı Hakk’ın kahrının memuru, bir devenin kan pahası olarak, onlardan bütün bir şehir istedi.”

İbrettir:

Geçtiğimiz aylarda Avustralya’da tabiatta yaşayan binlerce deveyi, su içmesin diye vurarak katlettiler. Ardından bu beldede devâsâ yangınlar sökün etti. Allâhu a‘lem mâsum hayvanların gaddarca öldürülmesinden dolayı, yine gazab-ı ilâhî tecellîsi oldu.

Çare, Allâh’a yalvarmak ve Allâh’ın gazabından rahmetine ilticâ etmektir.

Kur’ân, rahmetin yollarını insana öğretmek için indirilmiştir.

Rasûlullah Efendimiz, rahmetin vesilelerini insanlığa tâlim etmek için gönderilmiştir.

Yâ Rabbî!..

Gazabına dûçâr eyleyecek her türlü kötülükten, sû-i ahlâktan ve çirkin davranıştan bizleri ve nesillerimizi muhafaza eyle!..

Ümmet-i Muhammed’e umumî bir rahmet ile rahmet eyle yâ Rabbe’l-Âlemîn!..

Âmîn!..