HOŞ GELDİN RÛHUM!

Yusuf DURSUN yusufdursun66@gmail.com

Ömer HALİSDEMİR’in rûhu meleklerin eşliğinde gökyüzüne doğru bir yolculuğa çıktı. Ömer, öldüğünü biliyordu ama yepyeni bir âlemde yaşamaya devam ettiğinin farkındaydı. Bu, öyle bir âlemdi ki daha önce böylesini ne görmüş ne duymuştu. Sonsuz bir nur kaplamıştı her yeri. Burnuna cennet kokusu gelmeye başladı. Cennet kokusu nasıldır, bilmiyordu ama öyle olmalıydı. Böylesine tarifsiz koku, ancak cennet kokusu olurdu.

Ne zamandır yükselmekte olduğunu bilmiyordu. Burada zaman kavramı da bir başka olmalıydı.

Eliyle bedenini yokladı. Sapasağlamdı. Birden vücudunu güllerin sardığını hissetti. Göğsünde, kalbinde, kollarında, bacaklarında güller bitiyordu. Kafasını bile güller sarmıştı. En güzeli de kafasında biten güllerdi. Bedeni gülden bir bahçeye dönmüştü.

Ömer için olayları anlamak eskisinden çok daha kolaydı. Vücudunu saran güller, dünyadayken aldığı kurşun yaralarının yerinde bitmişti. Tam otuz gül, otuz kurşun yarasını kapatmıştı.

Göğe doğru yükseldikçe şaşkınlığı artmaya başladı. Bu âlemin eskileri, onu karşılamaya çıkmıştı. Her biri diğerinden güzel şehidler; bu yeni arkadaşlarının karşısında hürmetle eğiliyor, vücudundaki güllere gıptayla bakıyordu. Ne güzeldi bu güller ve ne kadar çoktu. Ömer; bu bakışlar karşısında mahcup oluyor, yanaklarının al al olduğunu hissediyordu. Yine de dudağındaki gülden tebessümlerle aldığı selâmlara karşılık vermeye çalışıyordu.

“–Seni bekleyenler var.” dedi bir melek.

Ömer’in duyduğu bu ses, dünyadaki hiçbir sese benzemiyordu. O kadar yumuşak, o kadar nârin, o kadar gül kokulu…

“–Kimler?” diyebildi fısıltıyla.

O zaman anladı ki kendi sesi de az önce duyduğu sese benziyordu. Sanki içinde bir kıpırtı çiçek açtı. O kadar sevmişti bu âlemi.

“–Arkadaşların…” dedi melek.

Kocaman bir bahçeye girdiler. Burada yan yana iki köşk vardı. Köşklerin kapısında bekleyen iki yiğit sevinçle Ömer’i kucakladılar. Bu öyle bir kucaklamaydı ki gül kokuları birbirine karıştı.

Ömer ve ev sahipleri, ağaçların altına serilen kuş tüyü minderlere oturdu. Misafir, gördüğü bu harikulâde ortamdan sıyrılıp kendisine büyük hürmet gösteren ev sahiplerinin yüzüne bakmayı akıl edebildi. Gördükleri karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Bunlar, Ömer’in hayran olduğu kişilerdi. Her zaman onlar gibi olmayı istemişti. Onlar gibi yiğit, onlar gibi kahraman, onlar gibi şehid!

“–Hoş geldin!” dedi ev sahiplerinin daha kıdemli olanı. “Beni tanımış olmalısın…”

Ömer, şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi. Derin bir nefes aldı. Heyecanı geçtikten sonra;

“–Sen Hasan’sın. Ulubatlı Hasan!” dedi.

Ulubatlı, diğer ev sahibine dönerek;

“–Demiştim sana, beni hemen tanıdı. Bakalım seni tanıyacak mı?”

“–Ondan hiç şüphem yok!”

Ömer, onu da hemen tanıyıverdi. Saçlarındaki kına olduğu gibi duruyordu çünkü:

“–Sen de Hasan’sın. Kınalı Hasan!” dedi.

Kınalı Hasan, Ulubatlı’ya dönerek;

“–Gördün mü bak, beni de hemen tanıdı.” dedi.

İki Hasan ve bir Ömer, koyu bir sohbete daldılar. Hasanlardan biri İstanbul’un fethini, diğeri Çanakkale zaferini temsil ediyordu. Ömer, o zaman anladı ki kendisi de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılan hâin darbe girişimini püskürtenlerin temsilcisiydi. Bir zincirin halkaları gibi birbirlerine kenetlenmişlerdi. Sonsuza doğru akıp giden yıldızlar gibiydiler. Aralarına her an yeni yıldızlar katılıyordu.

Aynı anda üçüne de yeni bir misafirin gelmekte olduğu haberi iletildi.

Üç ev sahibi ayağa kalkarak misafirlerini beklemeye başladı.

***

Aziz şehidimiz Ömer HALİSDEMİR’in şehidler makamındaki kabulü, şair gönlümün muhayyilesince şu dile getirebildiklerimden çok daha kıymetli, çok daha şerefli olmuştur Allâhu a‘lem. Rabbim şehâdetini kabul eylesin.