HAYAT ARKADAŞINI BELİRLERKEN…

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

“Bir kadın veya erkek, ateist veya deist bir kimse ile evlenebilir mi?”

İnsanların internet üzerinde yahut kafelerde tanışıp birbiriyle samimiyet kurduğu âhirzamanda böyle sualler ile karşılaşmaktayız. Bu çerçevede, inanç dünyasındaki çatlaklar ve amel dünyasındaki bozukluklar bakımından misaller çoğaltılabilir.

Evvelâ şu girizgâhı yapmak durumundayız:

Evlilik bir ibâdettir. Evliliği iki insanın buluşmasından ibaret görmemek lâzımdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1) buyuruyor.

Hattâ âlimler, zinâya düşmeyeceğinden emin olan bir kişinin;

“•Evlenmeyip dînî ilimler ve ibâdetlere daha fazla yoğunlaşması mı daha fazîletlidir?

•Yoksa evlenmesi mi fazîletlidir?” suâline cevap aramışlardır. Hanefî âlimlerimizin de arasında bulunduğu cumhur ulemâ; evlenmeyi ibâdete yoğunlaşmaktan daha değerli, daha makbul ve daha fazîletli görmüşlerdir.

Böylesine mühim bir müessesenin kuruluşunda bir araya gelecek kişilerin birbirine uyumu elbette ki hayâtî derecede ehemmiyet arz eder.

Evlenen taraflara; karı-koca, bey-hanım denildiği gibi, günümüzde «eş» tabiri de kullanılıyor. «Eş» eşit, birbiriyle eşleşen, aynı bütünün iki yarısı… Arapçadaki «zevc» kelimesi de böyle.

Eşler birbirini her yönü ile tamamlayabiliyorlarsa; o zaman bir bütünün yarısı gibi olurlar, zevc/eş olurlar. O izdivaç huzurlu olur. O «eşleşme» âhenkli ve muvaffak olur.

Ama eğer birbirlerini tamamlayamıyorlarsa; o beraberlik huzurdan, saâdetten ve âhenkten mahrum olur.

Kur’ân-ı Kerîm’in eşsiz belâgatinde de, eşler arasında problem varsa, hanımdan bahsedilirken «imrae/kadın» tabiri kullanılmıştır. Fakat problem yoksa, «zevc/eş» kelimesiyle ifade edilmiştir.

Meselâ;

امْرَاَتَ فِرْعَوْنَ

“Firavun’un hanımı.” (et-Tahrîm, 11)

امْرَاَتَ نُوحٍ وَامْرَاَتَ لُوطٍ

“Lût -aleyhisselâm-’ın, Nuh -aleyhisselâm-’ın karısı.” (et-Tahrîm, 10) ifadelerinde «imrae» kelimelerini görüyoruz.

Neden bu kelime kullanılmıştır?

Çünkü bu izdivaçlarda tarafların âhengi bozulmuştur. Böyle olunca zevc/eş olmaları, yani bir bütünü oluşturmaları artık mümkün olmamaktadır.

Firavun Hazret-i Musa’yı inkâr ederken, hanımı Asiye ise inanmıştır.

Lût ve Nuh -aleyhimesselâm-’ın evlendikleri kadınlar da îmân etmemiş, fâsıklardan yana tavır almışlardır.

Lâkin; Kur’ân birbirleri ile bir bütün olmuşlardan bahsederken, işte o zaman «zevc» kelimesini tercih etmektedir.

Bu belâgat inceliğinin bize mesajı şudur: Evlilik müessesesinin tarafları, birbirlerini tamamlayacak derecede uyum içinde olmalıdır.

Tam da şu hadîs-i şerîfin ifade ettiği gibi:

“Evlenen kimse, dîninin yarısını korumuş olur, diğer yarısında da Allah’tan korksun.” (Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 271; Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, lV, 382)

Bu tarifin muhtevâsındaki bir evlilik; bey ve hanımın Allâh’ın dînini yaşama hususunda birbirlerine yardımcı oldukları mânevî bir yapıdır.

Öyleyse, suâle dönelim:

Eğer taraflardan birinin, din ile problemi varsa; o zaman bu evlilik hayatının, ideal bir evlilik hayatı olması mümkün değildir.

Bu noktadan bakınca;

Fıkhî olarak maddî-mânevî birçok açıdan tarafların birbirine küfüv/denk olması, eşit olması, evliliğin uzun soluklu olabilmesi açısından önemli görülmüştür.

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki;

Cenâb-ı Allah; mü’minlerin, ancak mü’minlerle evlenmelerini emrediyor ve;

وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ
مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ اَعْجَبَكُم

“…Mü’min bir köle, (hür bir) müşrikten daha hayırlıdır…” buyuruyor. Sonunda da ilâve ediyor:

“O müşrik, hoşunuza gitse bile!..” (el-Bakara, 221)

Çünkü evlilik kararlarına, «hoşa gitme, gönlün meyletmesi» gibi arzu ve heves mahsulü duygular hâkim olabiliyor. Karşımıza çıkan suallerin de arkasında bunlar var.

Görüşülmüş, konuşulmuş, gezilip tozulmuş, muhabbet kavîleştirilmiş, gönüller meyletmiş, fakat eş namzedinin kalbinde îtikādî, yaşayışında amelî problemlerin var olduğu da görülmüş; vicdanı rahat olmayan, mü’min olan taraf içini rahatlatmak için hocaya soruyor… Heyhât! Artık bu noktadan geri dönüş ne kadar mümkün olabilecek?

Hâlbuki; izdivaç gibi bir ibâdete, bir tamamlanış programına girerken, daha ilk bakılacak şey, inanç dünyasının ve ibâdet hayatının uyumlu olup olmadığının tespiti olmalı değil mi?

FIKHÎ ÇERÇEVE

Meselenin fıkhî çerçevesi gayet açık:

•Müslüman bir kadın ancak ve ancak müslüman bir erkek ile evlenebilir.

•Müslüman bir erkek de ancak, müslüman bir kadın ile evlenebilir.

Kitâbî (yahudi / hıristiyan) bir kadın ile de evlenilebileceğine dair bir ruhsat var evet, ona ayrıca temas edeceğiz.

Fakat sualdeki «ateist, deist» ve benzeri sıfatları benimseyen, mü’min sayılmayacak kişilerle evlenmeye hiçbir şekilde cevaz verilmiyor.

Müslümanlar kendi aralarında evlenirler. Böylelikle her iki taraf da; kadın da, erkek de evlenmek sûretiyle, güç birliği yaparak dinlerini daha iyi yaşamayı hedeflerler. Çünkü bizim dînimiz; cemaat dînidir, topluluk dînidir. Ferdiyetçi kalmak, uzlete çekilmek;

“Ben tek başıma yaşayacağım, kendi kendime ibâdet edeceğim.” anlayışı makbul görülmemiştir. Böyle bir ruhbanlık; insanlardan uzaklaşmak ve yalnız kalmak dînimizde yoktur.

Ateist; mülhid, yani Allah tanımayan bir kimse.

Deist ise; -sözüm ona- Allâh’ı tanıdığını söylüyor; ama şerîat tanımıyor, peygamber kabul etmiyor, hak, hukuk bilmiyor.

Bu yönü ile ateist ile deist arasında bir mertebe farkı vardır. Hangisi daha aşağıdadır, hangisi daha yukarıdadır onu Allah bilir! Tıpkı mutlak kâfir ile müşrik farkı gibi. Çünkü, müşrikler de Allâh’ı tanıdıklarını söylerler.

Âyet-i kerîmelerde;

“Onlara sorsan;

«–Yerleri, gökleri kim yarattı?» elbette, muhakkak sana;

«–Allah yarattı.» derler…” (ez-Zümer, 38) diye buyurulduğu üzere müşrikler yaratıcı olarak Allâh’ı kabul ediyor, fakat;

•Allâh’a ortaklar koşuyorlardı.

•Hazret-i Rasûl-i Ekrem’in nübüvvetini inkâr ediyorlardı.

•Kur’ân’ın vahy-i ilâhî olduğunu reddediyorlardı.

•Âhiret hususunda ihtilâf içindeydiler…

Bunların biri bile, Allah katında mü’min sayılmamak için yeterlidir. Çünkü îman esasları bir bütündür. Parçalanmaz. Ya hep ya hiç!..

Zamanımızda da, kendini «deist» diye tarif edenler, bir tür şirk içindedir.

Nasıl mı?

Allâh’ın emirlerine ve yasaklarına riâyet etmeyip;

“Ben aklımın estiği gibi yaşarım, kendi arzularımı, kendi isteklerimi yerine getiririm. Zaten tanrıyı kabul etsem de dinleri kabul etmiyorum!” deyince, âyet-i kerîmede;

اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَاهُ

“Kendi nefsini, arzularını, şehvetini ilâh edineni görmedin mi?” (el-Câsiye, 23) diye tarif edilen şirki işlemiş oluyor.

İnsan kendini ilâh edinir mi? Bugün «modern insan» dedikleri varlık, kendine tapıyor, kendini önceliyor. Arzularının önüne çıkacak, örf, ahlâk, edep, din, helâl-haram hiçbir şey kabul etmek istemiyor. “Tanımıyorum!” diyor.

Evet, müslüman denilemeyecek biriyle evlilik kurulamaz. Böyle bir akid, dînen / fıkhen meşrû da olmaz.

Îman esaslarını ikrar ve kabulde bir problem yaşamasa da, içine düştüğü gaflet sebebiyle, iradesini kullanamayan, nefsânî arzularının akıntısına kapılıp giden, yaşantısında İslâm’ı bulamadığımız kişiler de var. Onlarla evlenmek; «Fıkhen haramdır.» diyemeyiz. «Böyle bir akid gerçekleşmez.» diyemeyiz.

Fakat bu «gaflet yaşayışı» devam edecek ise, bu birleşmeyle kurulacak yuvada yine de büyük problemlerin yaşanacağını görmek ve söylemek durumundayız.

BUGÜN RUHSAT VAR MI?

Yukarıda; müslüman bir erkeğin, hıristiyan veya yahudi bir kadın ile evlenmesine, dînen ruhsat verildiğini ifade etmiştik. Ancak, İslâm âlimleri başlangıçtan itibaren bu ruhsatın kullanılmasındaki tehlikelere dikkatimizi çekmişlerdir. Bunun her hâlükârda mekruh olduğunu söyleyen âlimler az değildir.

Bilhassa, «harbî» denilen, yani İslâm memleketinde yaşamayan hıristiyan veya yahudi kadınlarla evlenmeyi hepsi mahzurlu görmüşlerdir. Niçin? Çünkü böyle bir evlilikte neslin ziyan olacağı tabiîdir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim;

“…Ehl-i kitâbın iffetli kadınları size helâl kılındı…” (el-Mâide, 5) buyuruyor.

Dînimizin bu noktada verdiği ruhsat, asr-ı saadette tarifini bulan müslüman erkeğin dirâyetiyle alâkalı olarak verilmiş bir izinden ibarettir.

Kitaplarımızda bu ruhsatın hikmeti bâbında; «evlilikte hâkim unsurun erkek olduğu, evliliğin gidişâtı, evlâtların yetiştirilmesi gibi hususlarda ehl-i kitap olan kadının, elbette müslüman erkeğe tâbî olacağı» gibi gerekçeler zikredilmektedir.

Bugün böyle midir?

Bugünün evlilik anlayışı; bugün ortaya çıkan tecrübeler gösteriyor ki, evlilikte, çocukların üzerinde kadınların hâkimiyeti vardır.

Eskiden güçlü, geniş bir aile vardı. Bir evlilikten doğan çocuklar, babasının yanı sıra, amcalarının, halalarının, nene ve dedesinin terbiyesinde yetişiyordu. Velâyet her şekilde babaya ait idi.

Ama bugün müslüman ailelerde de, gayr-i müslim ailelerde de artık anne ve anne tarafı baskındır.

Balkanlarda ve Sovyet işgali altında kalmış müslüman memleketlerde ehl-i kitapla evliliğin sayısız acı tecrübeleri yaşandı. Bu ruhsattan yararlanılarak kurulan evlilikler, yüzde 90’ın üzerinde vahâmetle neticelendi.

Belki bir çocuk olana kadar, bir aile bütünlüğü varmış gibi göründü. Çocuk olduğu anda, işler değişti.

Zannedebilirsiniz ki, dindar olmayan bir müslüman erkek, böyle bir evlilikte pek de sıkıntı yaşamaz. Hâlbuki duyup gördüğümüz birçok örnekte onlar dahî böyle bir evlilikte; bir çocuk dünyaya geldikten sonra, büyük bir sarsıntı geçirmişlerdir.

O zamana kadar kendisi gibi seküler bir hayat yaşayacağını zannedip evlendiği kadın, bir de baktı ki, çocuğunu kiliseye götürmeye başlıyor. Bizim gafil müslüman, bînamaz müslüman;

“–Bir dakika! Ben müslümanım.” diyor, aklı başına geliyor; “Benim çocuğum müslüman olmalı.” diyor. Fakat maalesef çok geç kalmış oluyor.

Kavgaların ve ayrılıkların sonunda da, çocuk ekseriyetle kadında kalıyor.

Bir müslümanın evlâdı, hıristiyan olarak yetişiyor!.. Çok çok acı!..

Sonra verilen ruhsatın sadece «iffetli ehl-i kitap» için olduğunu da unutmamak îcâb eder. Bugün adı hıristiyan olan ülkelerde kiliseler boşalmış, insanlar kendilerini çoğunlukla, yahudi veya hıristiyan olarak tarif etmiyorlar. Kendilerini «ateist, deist, agnostik» olarak tanıtıyorlar. Bunlarla evliliğe hiçbir şekilde izin yoktur.

Nice helâller vardır ki; şartlar sebebiyle «şüpheli» hükmünü alır, mahzurlu hâle gelir.

Ben bugün rahatlıkla şunu söylüyorum:

Müslüman bir erkek, müslüman olmayan bir kadınla; bir hıristiyanla, bir yahudiyle asla evlenmemeli.

HEVES İŞİ DEĞİL

Evlilik tehlikeye atılabilecek bir hâdise değildir.

“Bu kadın bana çok saygı gösteriyor, bu erkek bana çok iyi davranıyor, ben bundan hoşlandım…”

İki cihan saâdetini etkileyecek evlilik gibi çok önemli bir meselede böyle hissî yaklaşımlarla hareket edilmemelidir.

Şöyle derler:

“Batılı insan âşık olduğuyla evlenir. Doğulu insan ise evlendiğine âşık olur.”

Batıda evliliklerin uzun sürememesi de bundandır. Onlar; yaz aşkı, bahar aşkı diye anlık duyguların, gelip-geçici heveslerin peşine takıldıklarından, evlendikten bir-iki ay bilemediniz bir-iki yıl sonra boşanıyorlar.

Ama doğulu insanlar, ağırlıklı olarak da müslümanlar, eşlerini;

“–Bu benim kaderim, Allah bunu bana yazmış.” diyerek benimserler.

Eğer o kader iyiyse, huzur veren bir zevc/zevce ise; «Elhamdülillâh ben zaten dünyada cenneti yaşıyorum.» diye düşünüp şükrederler.

Eğer bekledikleri gibi çıkmadıysa, o zaman da sabrederler. Bu sabrın karşılığında cenneti umarlar. Bu yönüyle müslümanlar birbirlerine tahammül ederler. Bu tahammül etmenin motivasyonu da âhiret inancıdır.

Ama eğer bir kimse, sualde sorulan gruplardaki gibi bir ateist ise, yani Allâh’a inanmıyorsa yahut bir deist ise, âhirete inanmıyorsa, hayatında helâl-haram, hak hukuk gibi bir ölçü yoksa, böyle bir kişi ile dünya huzuru ve saâdeti dahî elde edilemez.

Ezcümle;

Müslüman, müslümanla evlenir. İyi insan, iyi insanla, temiz insan, temiz insanla hayatını birleştirir. Âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;

وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّب۪ينَ
وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِۚ

“…Temiz kadınlar, temiz erkeklere, temiz erkekler, temiz kadınlara lâyıktır…” (en-Nûr, 26)

Madem evlilik, bir tamamlanma programıdır, o hâlde insan kendini iyi tanıyacak ve ona göre «âhiret öncelikli bir seçim»de bulunacak.

Nedir bir müslümanın öncelikleri?

ÖNCELİKLİ SUALLER

Hayatımı birleştireceğim insan;

•Namaz kılıyor mu? Özellikle sabah namazına kalkıyor mu?

Rabbimiz’e duâ edelim; bizleri, eşlerimizi ve zürriyetimizi namaz kılanlardan eylesin.

Eğer bir insan namaz ehli ise ondan zarar gelmez.

“Efendim! Ne namaz kılanlar var, yaptıklarını anlatsam sen de inanmazsın.” diyecekler çıkabilir.

Evet belki onlar namazı sûretâ kılıyorlar; buna rağmen, onlar dahî, namaz kılmayanlardan iyidirler.

Namaz kılanlar arasında şöyle bir tercih olabilir;

“Bu daha güzel namaz kılıyor; bu, namaz kılıyor, hem de ahlâkı daha güzel…”

Fakat;

“Bu namaz kılmıyor ama ahlâkı güzel.”

İşte böyle bir ölçü kabul edilemez.

Namazı olmayan adamın ahlâkını ne yapayım ben? Adamın kalbi yok ama ayağı varmış. Yaşamak için önce kalp lâzım. Namazı olmayan bir insanın hiçbir şeyi yoktur.

“Deistle evlenilir mi?” diye fetvâ arayan kardeşim, işte sana sual içinde cevap:

“Namazı olmayan bir insanla evlenilir mi?”

Kızınıza bir talip mi çıktı; ona camide randevu verin, namazını bir seyredin. Abdestine bir bakın, nasıl abdest alıyor?

Eğer bir kıza talip olacaksanız evlâdınız için; o zaman hanımınız gitsin bir seccade istesin, bakalım kızımız kıblenin yönünü biliyor mu? «Şurada bir namaz kılalım.» desin, baksın namazı nasıl kılıyor?

Namaz dînin direği, namaz hayatın özü, evliliğin de olmazsa olmaz parçasıdır.

Yine bir müslümanın önceliği şu olmalı:

Evleneceğim kişinin;

•Helâl-haram duygusu var mı?

Kız isen nafakanı o getirecek yahut yemeğini onun getirdikleri ile pişireceksin. Helâl-haram bilmeyen biriyle ortak olur musun? O lokmalar seni nereye götürür?

•Güzel ahlâk sahibi mi?

•Gözünü haramdan, gönlünü çirkeften koruyor mu?

“–Bu kadar da idealize edersek, evlenecek kimse bulamayız.” diye endişe edilmesin. Cenâb-ı Hak; samimiyetle isteyene, önceliklerini doğru şekilde tespit edip ona göre esbâba sarılana yardım eder.

Batıdan ve bâtıldan örneklere bakıp da, hevâ ve heves tatmini ile eş arayan insanlar; bu öncelikleri tespit edemezler. O zaman da Allah muhafaza, okuduğumuz âyetin şu kısmı tecellî eder:

اَلْخَب۪يثَاتُ لِلْخَب۪يث۪ينَ
وَالْخَب۪يثُونَ لِلْخَب۪يثَاتِۚ

“…Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara lâyıktır…” (en-Nûr, 26)

Bu sebeple, önceliği İslâm olanlar; “Bu zamanda görücü usûlü olur muymuş!” demezler, büyüklerine danışırlar. Sağduyu sahibi, firâsetli ve güngörmüş aile büyüklerinin, kanaat önderlerinin aracılığından istifade ederler. İsabet de ederler.

Cenâb-ı Allah; bizi, ailemizi, bütün ümmet-i Muhammed’i, çoluğumuzu, çocuğumuzu namaz kılanlardan eylesin.

Âmîn.