HÜR MÜYÜZ, ESİR Mİ?

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Tarihimiz ve medeniyetimiz, «hürriyet ve istiklâl» gayemize sahip sayısız mücadelelerle dolu.

Bu uğurda asırlardır nice şehidler verdik. Nice zorluklara göğüs gerdik. Nice bâdireler atlattık millet olarak.

Bize karşı pek çok kez hâin ve kirli ittifaklar kuruldu. Bunların hepsi de topraklarımızda maddî ve mânevî yıkım emelleri güttüler. Fakat Ahmed Yesevîler, Mevlânâlar, Yûnuslar ve onların izinden giden derviş gönüller; hepsine karşı gecelerini gündüzlerine katarak gayret ettiler. Gönülleri; hikmet, îman heyecanı ve vatan aşkıyla yoğurdular.

Ertuğrul Gaziler, Osman Gaziler ve daha niceleri de; Moğol zulümleriyle karşı karşıya kaldılar. Ancak asla boyun eğmediler. Bizans’ın türlü türlü entrikalarıyla uğraştılar. Lâkin her dâim dimdik ayakta ve uyanık oldular.

Devletimizin «hasta adam» olarak tarif edildiği dönemler oldu. Kaç devlet, akbaba gibi topraklarımız üzerinde plân yaptı. Fakat bir karış toprak dahî kaybetmemek için; canlarını dişlerine takarak çalışanlar, her zaman var oldular. Hem de sırtlarına bir gece olsun rahat yatak yüzü göstermeyerek…

Cihan harbi yaşandı. Neticeleri devletimiz ve milletimiz için nice sıkıntılara sebep oldu. Memleketin dört bir yanında da işgaller başladı. Ancak hepsine rağmen, varımızla yoğumuzla bir İstiklâl Harbi verdik.

Malûmunuz 4 yıl evvel temmuz ayında hâin darbe girişimi gerçekleşmişti.

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. (M. Âkif)

heyecanını bütün hissiyâtıyla yaşadık. Helikopterlerin açtığı ateşe, sivillerin üzerine yürüyen tanklara ve darbecilerin silâhlarından çıkan kurşunlara göğsünü gererek engel olmaya çalışan nice yürekler gördük.

Yeter ki istiklâlimize kimse karışamasın ve hürriyetimizi hiçbir beşerî güç elimizden alamasın. İşte bu gaye etrafında pek çok canlar fedâ edildi, çok çeşitli zahmetler çekildi ve tâkat üstü zorluklara katlanıldı.

Çünkü;

Bizim kavgasını verdiğimiz, sadece zâhirî olarak maddî prangalara bağlı olmamak veya zincire vurulmamak değildi.

Zira;

Esas hürriyet; akıl, gönül ve kalp ekseninde hür olmaktır. Asırlardır verilen mücadeleler de bu uğurda oldu daima. Fikrimizde, ilmimizde, ahlâkımızda; medeniyetimize ve dînimize bağlılığımızda hür bir yaşayış için. Şeytana veya «dış güçler» olarak da tabir edilebilen insî şeytanlara, bağlılık ve bağımlılığa sebep olan görünmez her türlü prangadan hem kendimizi hem nesillerimizi muhafaza edebilmek için.

Öte yandan;

Kur’ân’da da böyle insanı hakikatten alıkoyan görünmez prangalardan ve boyunduruklardan bahsedilir:

• «Onların boyunlarına (esâret, ceza ve azap olsun diye) çenelerine kadar uzayan demir halkalar geçirdik. (Bu yüzden) burunları yukarı, gözleri aşağı somurtup kalmışlardır.

• Hem önlerine hem arkalarına birer set çektik ve böylece kendilerini sarıp kuşattık.

• Artık baksalar da göremezler.

• Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, (çünkü) inanmazlar.» (Yâsîn, 8-10)

Yani;

İnsan, gaflete düştüğü vakit; görünmez bir bağa ve esârete mahkûm. Zâhirî olarak zindanda yaşamıyor olsa dahî düşünceleri ve duygularında tutsak.

İşte;

Ne vakit bütün bu hakikatleri kâmil mânâda idrak ettiysek; maddî-mânevî fütûhat nasip oldu. Gerek dünyevî gerek uhrevî sahalarda erişilmez seviyelere mazhar olduk.

Fakat ne vakit idrak etme hususunda gevşeklik gösterdiysek; hüsrana düştük. Ne vakit esas hürriyet hakikatinden uzaklaştık ve bu hâl ile edilen «özgürlük» feryatlarının gölgesine aldandıysak; bizi daha çok esârete dûçar eden heveslerin peşinden gittik. Âkıbet; ârızalara, sıkıntılara, acı tablolara ve pişmanlıklara maruz kaldık.

Bu yüzden;

Hürriyet mevzuu, şımarıklığı ve gafleti zinhar kabul etmeyecek kadar mühim. Hiçbir devir içerisinde; cafcaflı ve göz boyayıcı farklı farklı nevzuhûr formüllerle, nefsin oyuncağı hâline getirilemeyecek kadar hassas. Ve biz, bu idrake her dönem muhtacız. Bilhassa günümüzde daha çok ihtiyaç duyuyoruz.

Zira;

Zaman zaman topla, tüfekle geçici yenilgiler aldığımız vâkî. Fakat hiçbirinin de nihayetinde istiklâlimizi kaybetmemişiz. Çünkü aklımızı ve kalbimizi hiçbir vakit esir almalarına müsaade etmemişiz. Ancak bugün iş daha farklı bir boyuta ulaştı. Bu sırrı anlayanlar, çabalarına; kimliklerimizi, gönül dünyalarımızı ve ruhlarımızı esâret altına alma noktasında yön verdiler. Nitekim pek çok vaziyet gösteriyor ki, bu gayretlerinin tamamen boşa çıkmadığı da âşikâr.

Bu itibarla;

Böyle hücumların farkında olanlar son yıllarda «yerli ve millî» mefhumunun altını çiziyor:

• Yerli ve millî silâh…

• Yerli ve millî ilâç…

• Yerli ve millî otomobil…

Elbette malımızın, mahsûlümüzün, eşyamızın, silâhımızın, ilâcımızın da yerli ve millî olanını üretelim ve kullanalım. Dışa bağımlı olmayalım. Teknik ve teknolojik alanlarda da hep kendi üretimlerimiz olsun.

Lâkin;

Hürriyet ve istiklâl; kendi silâhını üretebilmeni, kendi karnını doyurabilmeni, kendi ilâcını geliştirebilmeni mecbur kıldığı gibi; kendi medeniyetinin özünü, ahlâkını ve esaslarını muhafaza edebilmeni de gerektirir. Hattâ asıl buralarda öncelikli olmalı:

• Yerli ve millî fikriyât…

• Yerli ve millî sistemler…

• Yerli ve millî kültür…

• Yerli ve millî yaşayış tarzı…

• Yerli ve millî ahlâk…

Çünkü bu noktalardaki noksanlığımız devam ettiği müddetçe; akıl, gönül, kalp ve bunlarla irtibatlı hususlarda ve sistemlerde yabancı merkezlere bağımlılığımız da devam eder. Biz de gerçek mânâda hür oluşumuzdan asla bahsedemeyiz.

Zira;

Kadîm eğitim sistemlerimizi terk edip, yabancı ülkelerin ürettiği sistemleri kendi evlâtlarımız üzerinde modellemek, onları bir yönüyle bağımlı olarak yetiştirmemize sebep olmaz mı?

Toplumumuzda, kendi köklü medeniyetimize ve mukaddes dînimize uymayan ölçülere göre yaşamayı tercih edenlerin çokluğu inkâr edilemez. Bu vaziyet tam bir istiklâl ile nasıl açıklanabilir?

Sokaklarımızda Amerikan bayrağı veya İngiliz bayrağı baskılı kıyafetlerle dolaşan pek çok Türk gencinin olması; adı konmamış, görünmeyen bir esâret değil de nedir? Bu durum; «Ne var bunda?» denebilecek kadar hafife alınabilir mi gerçekten?

Hollywood filmlerinde gördüklerine ve oralardaki paçavralara özenen, onların ahlâklarıyla ahlâklanan ve yaşayış tarzlarına göre kendi hayatlarına yön verenler, ne kadar hür olabilirler? Ne yazık ki böyle kimselerin toplumumuzda göz ardı edilemeyecek kadar örneği var.

Hâsılı;

Ayağımıza prangalar geçirilmemiş, ellerimize de kelepçeler takılmamış olabilir. Fakat zâhirde bu yetmez. Çünkü bir kimse; kendi medeniyetinin örflerini, âdetlerini, an‘anelerini hor, ezik ve küçük görüp, yabancı medeniyetlere hayranlık duyar ve onları taklit ederse; gerçek mânâda hür değildir. Bilâkis esirdir.

Bu minval üzere vicdanımızla muhasebe etmeli:

Ecdâdımız sayısız defa, biz de en yakın tarih olarak 15 Temmuz’da hürriyet dâvâsı için milletçe canımızı ortaya koyduk… Ama ahlâkımızda ve gönül dünyalarımızda hâlâ esir kalacaksak; dün gösterilen istiklâl dâvâlarında bugün ne kadar sebat etmiş oluruz? Tarih boyu ecdâdımızın verdiği hürriyet mücadelelerine haksızlık etmiş olmaz mıyız?

Bu yüzden yaşayışımıza bakalım ve soralım;

Hür müyüz, esir mi?