İSTANBUL’A YAKIŞMAYAN SÖZLEŞME!

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Yıl 2009. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) aile içi şiddet konusunda açılan ilk dâvâyı neticeye bağladı. Dâvâlı, Türkiye Cumhuriyeti devletiydi. Mahkeme; devletin şiddet gören bir kadını, savcılığa başvurduğu hâlde, kocasından korumayarak ayrımcılık yaptığına hükmetti. Bu yüzden Türkiye; Diyarbakırlı Nahide OPUZ’a 36.500 Euro ödemeye mahkûm edildi. Bu kararla Avrupa’da ilk defa bir devlet, AİHM önünde kadın vatandaşlarına ayrımcılıktan hüküm giydi.

AİHM’nin Türkiye açtığı dâvâlar bununla kalmadı. Mahkeme, 14 Ocak 2011 tarihinde kocası tarafından 22 bıçak darbesiyle sokak ortasında öldürülen Selma CİVEK’in korunamamasında devletin suçlu olduğuna hükmetti. Türkiye, karar gereği başvuru sahiplerine mahkeme masrafları da içinde olmak üzere 53 bin Euro para cezası ödemeye mahkûm edildi.

Bu dâvâlarla oluşturulan hukukî baskıların yanı sıra medyanın da ağız birliği ederek kamuoyunu hazırlaması neticesinde; 24 Kasım 2011 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, bugün çok tartışmalara konu olan «İstanbul Sözleşmesi» adıyla mâruf belge onaylandı. Sözleşme, o gün mecliste grubu bulunan bütün partilerin kabul oylarıyla Meclis’ten geçti.

Sözleşme medyada halka sadece; «Kadın cinayetlerinin önlenmesi için alınacak etkili tedbirler.» olarak tanıtıldı. Sözleşmenin muhtevâsında bulunan bazı maddelerin dînî, ahlâkî ve ailevî yönden ne kadar ağır sonuçlar getirebileceği konusu yeterince işlenmedi. Bundan bahsetmeye kalkanlar ayıplandı, susturuldu.

Meselâ Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye KAVAF; 2009 yılında yapılan, Avrupa Konseyi Aileden Sorumlu Bakanlar Konferansında «farklı aile formları» diye bir kavram geçtiği için tavsiye karar metnini imzalamamıştı. Yurda döndüğünde «farklı aile formları» ifadesiyle kast edilen, dînimize göre günah ve sapkınlık olarak bilinen hâl hakkında;

“Bir hastalık olduğuna inanıyorum.” dediği için azarlandı, aşağılandı ve ne yazık ki kendi arkadaşları tarafından da yalnız bırakıldı.

Bugüne gelindiğinde, bahsi geçen sözleşmenin ne kadar ağır neticeleri olduğunu ve olabileceğini görmeye başladık. Peki; biraz düşünelim, gerçekten bu sözleşmeye ihtiyacımız var mı?

Bu sözleşme, son zamanlarda batının içine düştüğü ahlâkî çöküntünün neticesi olarak hazırlanmıştır. Bugün gerçekten de batıda; kadına, çocuğa, engelli, yaşlı ve âcizlere karşı çok ağır zulümler, istismarlar yapılabilmektedir. Devlet ise; merhametli olduğu için değil, sosyal devlet olarak bu işin neticesi kendisine daha pahalıya patladığı için önlem almaya mecbur kalıyor. Meselâ İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre akıl sağlığı bozulmuş kadınlar arasında şiddet ve istismâra uğrayanların oranı oldukça yüksek bulunmuş. Yine istismar, kötü muamele ve ağır derecede ihmale uğrayan çocuklar, evden kaçıp suç çetelerine katılıyor. Genç yaşta sabıkalı olarak bir daha topluma kazandırılamıyor.

Devlet bütün bu tablonun neticeleri çok daha ağır olduğu için, çareyi; «Kadını güçlendirelim.» «Çocukları aileden alıp sosyal hizmetlere ve koruyucu ailelere verelim.» gibi çözümlere yöneliyor. Bu bir yerde, içinde bulundukları ahlâkî çöküntünün neticesi… Fakat ilgili sözleşmede, konuyla hiç alâkası yokken, araya başka şeyler de sıkıştırılıyor. Meselâ İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi LGBT haklarını güvence altına alıyor. Bu sözde hakların; günaha günah demeyi yasaklayacak şekilde yorumlanabileceğini, Diyanet İşleri Başkanına dâvâ açma ve hakaretlerde bulunma cüretkârlığında gördük.

Bunlar hepimizi ilgilendiriyor. Sözkonusu maddeye göre ebeveynlerin çocuklarının hâl ve gidişâtından endişe duyup, müdahalede bulunması da mahkemelerce «LGBT haklarına aykırı müdahale» şeklinde yorumlanabilir.

«Bizi ne alâkadar eder!» demeyelim. Diyelim ki siz bir çocuk psikiyatrisi uzmanısınız. Bir gün bir aile geliyor. Hukuk önünde çocuk olarak kabul edilen evlâtlarını alıp getirmişler. Tek istedikleri, çocuklarının kendi cinsiyetine uygun bir gelişim göstermesi…

Çocuğun muayenesinde; doğuştan bir anormallik yok, sadece birileri kafasına bazı sorular sokmuş. Ergenlik çağındaki çocukların akran ve arkadaşlara düşkünlüğü, şöhret kazanmış kişileri örnek alma eğilimleri ve film, dizi vs. yapımların telkinlerinden etkilenmeleri o kadar şaşırtıcı bir şey değil.

Siz de bir çocuk psikiyatrisi olarak çocuğa biraz nasihat ediyorsunuz ve ileride pişman olacağı bir yola girmemesini; onun yerine şimdi bir öğrenci olarak kendini yetiştirmeye yoğunlaşmasını; spor, sanat ve benzeri hobiler edinmesini filân söylüyorsunuz. Öyle beyne elektroşok ve benzeri yöntemlerin uygulanabildiği onarım tedavisi filân da yapmıyorsunuz. Sadece, bazı ibret verici örnek vakalar anlatıyorsunuz. Ama sırf bunun için bile hakkınızda dâvâ açılabilir.

İbret verici vakalar demişken, bunlardan birini anlatayım. Tıp fakültesinde ders işlenirken örnek vaka olarak anlatılmıştır:

İnşaatlarda çalışan bir işçi, intihar girişimi sebebiyle psikiyatriste getiriliyor. Genç adam ailesinden uzakta, bekâr odalarında kalırken, alkol vs. tesiriyle bazı sapkınların tuzağına düşmüş. Bir rahatsızlık sebebiyle hastahâneye gittiğinde AIDS kaptığı anlaşılmış. Şimdi bin pişman, ama artık istese de normal bir hayatı olamayacak. Evlenemeyecek. Devamlı tedavi görecek.

Çok ağır bir pişmanlık duygusu ve ümitsizlik sebebiyle intihar etmek istemiş. Şu anda majör depresyon tedavisi görüyor. Ancak sebebi ortadan kaldırılamayan, sosyal destek sağlanamayan durumlarda, depresyonun çoğu zaman ilâç tedavisine dirençli olduğu biliniyor. Gencecik bir insanımızın yürek dağlayan hayat hikâyesi…

Şimdi siz bir hekim olarak; kafası karışmış bu çocuğa, böyle gerçek hayattan alınmış ibretli hâdiseleri anlatıp vazgeçirmek istediğiniz için suçlu oluyorsunuz. Neden? Çünkü mevcut sözleşmeye göre; bu yaşta kafayı cinsiyet değiştirmeye takmış çocuğa değil, onun durumundan endişe eden anne-babaya nasihat edilmesi gerekiyor(!)

Hâlbuki siz bir hekim olarak, hastanızın iyiliği için çalışmanız gerektiğine inanıyorsunuz. İnsanlara faydalı olmak için bu mesleğe yöneldiniz. Ama; «Bir avuç siyasetçi, birtakım baskılar altında bir imza attılar.» diye vicdanınıza uymayan bir hareket tarzına zorlanıyorsunuz.

Şunu da söylemek lâzım:

Türkiye baskılar altında sözleşmeyi ilk imzalayan ve onaylayan ülke oldu ama hâlâ bu sözleşmeyi imzalamayan ve onaylamayan birçok ülke var.

•Bazı ülkeler sözleşmeyi imzalamasına rağmen onaylamamıştır (İngiltere, Ermenistan vb.)

•Bazı ülkeler çekince koymuştur (Fransa, İsveç, İsviçre, Yunanistan vb.)

•Bazı ülkeler sözleşmenin bazı maddelerine itiraz etmiş, bazıları ise şerh koymuştur.

•Rusya ve Azerbaycan sözleşmeyi imzalamamış,

•Gözlemci ülke statüsünde katılan ABD, Japonya, Kanada, Meksika ve Vatikan da sözleşmeyi imzalamamıştır.

Sözleşmenin 80’inci maddesinde;

“Her taraf istediği zaman Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapacağı bir bildirimle bu sözleşmeyi feshedebilir.” denmektedir. Yani Türkiye devleti de tek taraflı olarak sözleşmeden çekilebilir.

Şunu da söylemek lâzım; sözleşmeden çekilmek, tamamen eskiye dönmek demek değildir. Ailevî problemler için kendi yapımıza daha uygun çözümler bulabiliriz.

Bu sözleşme, bizim halkımızın kullandığı tabirle; “sapla samanı karıştırıyor.” Evet, İslâm ahlâkından ve nizâmından uzaklaştığımız için şiddet, eziyet ve sözünü etmek istemediğim kötülükler yaygınlaşmıştır. Büyük aile, akrabalık ve komşuluk bağlarının zayıflaması yüzünden, geçmişe nazaran ailevî meselelerde daha fazla müdahale beklenmektedir devletten.

Aslında bu konuda bütün yükü devletin sırtına yüklemek akla uygun değildir. Devletin onca vazifesi ve yükü varken bir de aile içi meselelerle uğraşması pek de mümkün olamayacaktır. Hem her şeyi devletten beklemek, ahlâkî sorumluluklarımızı ve sivil gayretlerimizi zayıflatacaktır. Bununla beraber bugünkü şehirleşme ve İslâm ahlâkından uzaklaşmanın neticeleri, bizi âcil tedbirler almaya da mecbur etmektedir.

Sözleşmenin içerisinde bulunan bazı maddeler; sağlık çalışanlarından adlî mercîlere kadar bütün devlet birimlerinin aile içinde zulme uğramış âcizler konusunda hassâsiyet göstermesi ve bunlarla koordineli bir şekilde mücadele edilmesi konusunda uygulamalar teklif ediyor. Biz bunları kendi hukuk ve idârî sistemimizde yapacağımız düzenlemelerle çözebiliriz. Ama aileyi korumayan, aksine yıkan bozuk zihniyeti kabul etmek zorunda değiliz.

İstanbul Sözleşmesine karşı olmak; kadın, çocuk ve âcizlerin mağduriyetlerine kulak tıkamak demek değildir. Biz bu mağduriyet ve mazlumiyetleri; devlet ve sivil müesseseler işbirliği ile daha etkili bir şekilde bertaraf edebiliriz.

Hepsinden daha güzeli ise, bunları konuşmaya bile ihtiyaç duymayan bir cemiyet hâline gelmek için ahlâkî ve mânevî dinamiklerimizi kuvvetlendirmek olacaktır.