GÜVEN BUHARLAŞIRKEN…

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Korona hâdisesinin türlü değerlendirmeleri ve muhasebeleri yapılmakta. Bariz bir neticesi de güven bunalımı oldu.

Güvenlik, eman ve emniyet insanın en temel ihtiyaçlarındandır. İnsan; canına, malına, evlâtlarına ve vatanına yönelen tehditlere karşı güvende olmak ister. Bunun için sağlıklı ve doğru bilgi ister ve arar. Hakikatin sağlam kulpuna sarılmak ve emniyet içinde yaşamak ister.

Aylardır süren Korona hâdisesinde; kesin bilgi, şüphe ve güven noktasında ciddî sarsıntılar yaşadık. Sebep ve neticelerine dair tefekkür yolculuğumuza çıkalım:

ÇOK DA BİR ŞEY BİLMİYORMUŞUZ!..

İnsanoğlu tecessüs sahibi bir varlık. Emekleye emekleye getirdiği bilgi ve tecrübe birikiminin, son zamanlarda, hayli yükseldiği bir gerçekti.

Fakat;

“…Size ilimden pek az verildi.” (el-İsrâ, 85) hakikatinin karşısında; insanlığın bütün bilgi birikiminin hâlâ bir nokta bile etmediği, bu dönemde çok iyi anlaşıldı. Bırakın Covid-19’u tedavi etmeyi, Korona’yı ortadan kaldırmayı; daha bir bünyede var olup olmadığının tespiti bile ciddî bir mesele oldu. Teşhis için yapılan kitlerin doğru çalışmadığı yönünde ciddî iddialar ortaya atıldı. Hattâ Tanzanya Başkanı; bu güvensizliği o kadar ileri götürdü ki, tavşan kanı, makine yağı gibi malzemeleri DSÖ’nün testlerine yolladı ve gelen neticenin pozitif çıktığını, âleme istihzâ ile duyurdu.

Hakikatten ziyade imajın hâkim olduğu bir dünyada; insanların, olduklarından fazla görünmeye çalıştıklarına âşinâ idik. Gördük ki; bütün insanlık da olduğundan fazla biliyormuş, fazlasına muktedirmiş gibi yapıyormuş. Bunda bilim kurgu ve benzeri mahsullerin de etkisi var. Süper bilim adamlarının, çok zeki ajanların veya çok kuvvetli kahramanların bir buçuk saatlik bir filmde, her defasında dünyayı tekrar tekrar kurtarışını seyreden bir nesil, yaşanan acziyet karşısında şaşkına döndü.

Tıpta ölümsüzlüğe ramak kalmış, bir iğne enjekte etmekle, kusurlu (!) insan bedeni mükemmel bir canlıya dönüştürülüverirmiş gibi masalları seyreden bir nesil; gerçek hayatta, öksürük ve zatürre gibi hastalıkları iyileştiremeyen tıp karşısında ürperdi, korktu ve titredi.

Ultra, hiper, süper ve mega sıfatlarıyla süslenen bilim ve yapay zekâ, aslında birçok noktada çamurda oynamaya devam ediyor. Bu, aslında normal. Fakat kandırılmak kötü. İnsanın sığınma duygusunu körelttiler. «Süper bilim gelir, kurtarır.» dediler, fakat kurtaramadı.

“Bilmiyorum!” diyememek fert için de ahlâkî bir kusurdur. Bilmediğini itiraf edemeyenler; mugalâta, yalan dolan ve kurgu ile boşlukları doldurmaya çalışır. Biz iki asırdır bunu, kitle çapında yaşamaktayız.

Hattâ eğer bu virüs, iddia edildiği gibi lâboratuvardan hata ile kaçtı ise; Çernobil, nesli tükenen hayvanlar ve Ozon’un delinmesi gibi, bu hâdise de bilimin (bilimcilerin) karnesine, muazzam bir suç olarak eklenecek demektir.

Kaldı ki; virüs hayvandan insana müdahale olmaksızın geçmiş olsa bile, bunda teknolojinin dengesiz kullanımının rolü inkâr edilemez.

MAKSADA GİDEN YOLDA…

Makyavelli’nin meşhur tâlimâtı:

“Maksada giden yolda her şey mubahtır!”

Dünyaya hâkim düzen, Pragmatizm’in ve Opportünizm’in
(menfaatperestliğin ve fırsatçılığın da diyebiliriz) bu temel prensibi üzerinde yükseldiği için kimse;

“Yok canım bu kadarını da yapmazlar!” diye düşünemiyor. Vicdan, hukuk ve ahlâk sıfırlanmış çünkü.

Korona başladığından beri; dünya nüfusunu azaltmak veya sağlık sigortası şirketlerinin daha fazla kazanması için, riskli ve masraflı olan fertleri yok etmek maksadıyla bu virüsün üretildiği iddiası ortalıkta dolaşıyor. Peki, dünyada olan bitenleri düşündüğümüzde;

“Yok artık o kadar da değil!” diyebilir miyiz? Mağlûp bir ülkenin üstüne atom bombası atmaktan daha mı kötü, yüz binleri öldürecek bir virüsü topluma yaymak? Bir ülkeyi, kimyevî silâh var iddiasıyla işgal edip, 200.000 insanın ölümü ve hâlâ ölümlerin devam ettiği bir istikrarsızlığı ile terk etmekten daha mı ağır?

İnsanlar bu câhiliyye düzenine güvenemiyor. Kendi evlâtları, kendi mensupları da güvenemiyor.

Dünyada büyük bir kesim; aslında Korona’nın aşısının önceden hazırlandığına, insanlığın kısırlaştırıcı veya zihin kontrolünü kolaylaştırıcı bu aşıya râzı hâle getirilmeye çalışıldığına inanıyor. Kimilerine göre bu iş “küreselciler” ile “ulusalcılar” arasında bir mücadele. Kimilerine göre, insanların ev hapsi tecrübe ediliyor. Kimilerine göre ekonomik bir deneme…

Dünyayı saran güven bunalımına sayısız misal var:

Her yerde virüs bir türlü kontrol altına alınamazken, Çin’de şıp diye bitmesine kimse inanmıyor.

Birçok ülke gerçek rakamları; çeşitli kaygılarla, vatandaşlarından veya dünyadan saklamakla suçlanıyor. Saklamanın yönünde dahî ittifak yok:

Aşı muârızları, sağlık idarelerini; rakamları şişirmekle, başka sebeplerle gerçekleşen ölümleri bile Korona ölümü göstermekle suçluyor.

Virüsün bir nüfus azaltma projesi olduğunu düşünenler ise, ona tedbir almayanların, ölümleri az gösterdiğini iddia ediyor. Bu güvensizliği ispat edecek bir hakikat: Huzurevlerindeki ölümler, birçok ülkede, toplam rakamlara bir müddet ilâve edilmemeye çalışıldı.

Avrupa’nın daha üzerinden bir asır geçmemiş bir Öjeni sabıkası da var. Öjeni, yani insan ırkını ıslah için özürlüleri kısırlaştırmak!.. Bilim geçmişte buna âlet oldu.

Kıyâmete doğru kötü gidişlerin yol haritasını belirleyen bir hadîs-i şerif:

“İnsanlardan ilk kaldırılacak haslet, emânettir.” (Beyhakî, Şuab, VII, 215, 216; Ayr. Bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 27)

İtimat edilir, emîn olmayı bırakınca, göklerin emânı da kalkar insanın üzerinden. Belâlar, musîbetler yağar.

Bilim, teknoloji, kudret, felsefe, zekâ vesaire…

İnsana güvenli hissettirmedikten sonra ne işe yarar?

Bugüne kadar; «Vebaya, vereme, koleraya çare buldu.» diye methedilen bilim, bugün virüs üretip yaymakla itham ediliyorsa, bu bilimden insanlık korkmaz mı?

Bilimin, din, ahlâk veya törenin alternatifi olmadığını ve asla olamayacağını anlamak için en güzel fırsat değil mi?

İnsan öğrenmek ister demiştik. Muallim Nâci’nin dediği gibi feryat hâlindedir insanlık:

Bir hakîkat kalmasın âlemde, Allâh’ım, nihân…

Bu duygunun galeyânıyla, bütün tehlikelerine rağmen, korkusuz aktivistler, cesur gazeteciler, ifşaatçı ajanlar eksik olmuyor. Fakat bir yandan da meydana komplo teorileri ve asılsız iddialar da dökülüyor. Bu da bilgi kirliliği tarzında bir başka güven bunalımı meydana getiriyor.

Mü’min, îmân eden ve eman veren, güven telkin eden kişidir. Müslüman; davetinde de, cihâdında da, mücadelesinde de, affında da, merhametinde de merttir, açıktır, dürüsttür. İnsanlığın güven telkin eden bir bilime, itimat edilir bir tıbba, dürüst idarelere, sahici mütefekkirlere ihtiyacı var.

Hakikat gizli mi kalacak?

Rabbimiz o hususta da eman veriyor:

“Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir, ihtilâf ettiğiniz hususları âhirette size bildirecektir.” (el-En‘âm, 164)

“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allâh’a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (el-Cum‘a, 8)

Zira o günün bir sıfatı da şudur:

“Sırların ortaya döküleceği gün… ” (et-Târık, 9)

Kul haklarının muhasebesi bakımından da bugün insanlıktan gizlenen bütün sırlar, bütün art niyetler, gizli hesaplar o gün ortaya dökülecektir.

Bize düşen;

Mü’min firâsetiyle, hak ve bâtılı, doğru ve yanlışı tefrik için hakikat bilgimizi artırmaya çalışmak.

Kuruntulardan kurtulup, koruyucuların en hayırlısı Allâh’a sığınmak.

Güveni, itimadı, emn ü emânı ihyâ ve ikbāya gayret etmek.

el-Emîn es-Sâdık’ın ümmetine yakışan da budur.