BİLİM ve TEKNOLOJİ NEREYE KADAR?

Dr. Med. Naif ÖZKUL

Bilim ve teknoloji, insanlığa gerçek ve müsbet mânâda hizmet ettiği ölçüde faydalıdır. Aksi takdirde, insanı ve tabiatı tahrip ettiği nisbette faydadan çok zararlıdır.

İnsan; mânevî terbiyeden uzak kaldığı, yani nefsindeki «zalûm ve cehûl / çok zâlim ve çok câhil» olma vasfına saplanıp kaldığı vakit, başına her türlü belâyı açar. Saplanıp kaldığımız hastalığın maddî ve mânevî sebepleri arasında, bu zulüm ve câhiliyyeyi görmek mümkündür. Tabiî ki bize düşen, tedbirini alıp bundan ders çıkarmaktır.

Bugün yere göğe sığdırılamayan “batı uygarlığı”; bütün bilim ve teknolojisiyle tek bir hücre vasfını bile taşımayan, ancak canlı hücre içinde çoğalarak tahribat yapan canlı mikroorganizmadan ibaret olan virüsle baş edememiş, korku ve endişe içinde şaşkın bir vaziyette kalmıştır.

“Bilimsellik” adıyla yıllardır her vesileyle bilimi dile getirip mutlaklaştıran, hattâ âdeta bilimi put hâline getirenlerin, bu virüs salgını karşısında yüce Allâh’a boyun eğme zamanı geldi de geçti bile.

Günümüzde modern bilimin, canlı ve cansız varlıklar üzerinde büyük keşifleri vardır. Mikroskobun özellikle elektron mikroskobunun keşfiyle; canlı hücre her yönüyle anatomik, histolojik, biyoşimik, embriyolojik ve genetik yoldan incelenmiş ve bu muhteşem yaratılışın mahiyeti ortaya konmuştur.

Bugün modernite; hücrenin yapı taşlarını bildiği hâlde, onları bir araya getirip tek bir hücre dahî yaratamamıştır.

Aklımıza şu âyet-i kerîme geliyor:

“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin:

Allâh’ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahî yaratamazlar! …” (el-Hac, 73)

Sinek çok hücreli muhteşem bir mahlûk… Biz burada tatlı suda yaşayan tek hücreli «amip»ten bahsetmek isteriz. Bu tek hücreli canlı; kendine has solunum sistemi ile oksijeni alır, ikiye bölünerek ürer, boşaltım olarak oluşan atıkları dışarı atar.

Bu mükemmel faaliyeti kendisi mi icrâ eder?

Örnekleri çoğaltırsak;

•Ana bal arısı, yavrusuna bal yapmayı öğretmez.

•Ağaçlar fotosentez yapmayı nasıl, kimden öğrenmiştir? Bu mükemmel kimyevî sentezi kimden tahsil etmiştir?

•Bütün bu akılsız varlıklar; bunu yapmak için nasıl bir eğitim almışlardır?

Bu soruların cevabını “tesadüf ve doğa” gibi cansız ve akılsız şeylerle vermek kadar, akıldan özürlülük olamaz!

Rabbimiz; yarattığı her varlığa hususiyetlerini öğretti, ilhâm etti. Örnek olarak Nahl Sûresi’nin şu âyetleri çok düşündürücüdür:

“Rabbin bal arısına şöyle ilham etti:

«–Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin! Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir!»

Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır.

Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (en-Nahl, 68-69)

Günümüzde dünyada yedi milyarı aşan sayıda insan yaşamaktadır. Bu insanların hiçbirisi, birbirinin aynısı değildir. Bu eşsizliğin, -tıbbî tabiriyle- ilâhî iradeye bağlı olarak DNA sarmalının farklı dizilişte yaratılışından olduğu ortaya çıkmıştır.

Bütün hayvanlar yaşadıkları yerlere uygun özelliklerle yaratılmışlardır. Yaratıldıkları günden itibaren aynı özellikleri göstermektedirler. Çünkü onların kendilerini geliştirme gibi bir özelliği bulunmamaktadır. Genetikte hangi aminoasitlerin hangi sırayla dizileceğini, DNA şifresi mi belirliyor? Yoksa yüce Yaratıcı’nın mîzânı ve nizamı mı belirliyor?

Maalesef;

İlk ve ortaöğretim ders kitaplarında Allâh’ın yaratıcı kudretinin göz ardı edildiği, tabiattaki varlıkların kendiliğinden oluştuğu algısını meydana getiren metinlere hâlâ rastlamaktayız. Ders kitaplarında bilgilerin, materyalist, pozitivist, maddeci, hattâ ateist bir dille aktarıldığına tesadüf edilmektedir. Müfredatın yenilenmesinde çalışmalar yapıldığını işitiyoruz. Bu ülkemiz ve geleceğimiz adına sevindirici bir haber.

Esasen bilgi ve bilimin kaynağı vahiydir. Kur’ân’da şöyle buyurulur:

“Yüce Allah, Hazret-i Âdem’e bütün esmâyı (bütün varlıkların isimlerini ve sırlarını) öğretti…”
(el-Bakara, 31)

İnsan; bilimin -hâşâ- yaratıcısı değildir, sadece yansıtıcısıdır, formüle edicisidir. İnsana düşen haddini bilip Yaratıcı’sını tanımak ve O’na teslim olmaktır. Bilimi de yaratan Allah Teâlâ’dır.

Maalesef, bilim; yaratıcı Allâh’a isnâd edilmek yerine, seküler akla nisbet ediliyor.

Ayrıca aklî pozitif bilimler insanların ortak malıdır. Herhangi bir millete özgü değildir. Batı; İslâm dünyasına ve Avrupa dışı toplumlara seküler bilgiyi dayatarak, kendine mâl edip kullandığı Lâtince kavramları kendi diliyle aktardı. Aslında bilim ve teknoloji bütün insanlığın ortak malıdır. Fakat bu dil hegemonyasının çarpıtması sebebiyle, bilim bütünüyle batıya mâl edilmektedir.

Esasen pozitivizm; sırf determinizmi esas alan ateist bir düşünce yapısıdır. Yani;

“Her şey sebep netice münasebetinden ibarettir. Bunu ilmen çözen insan, sisteme hâkim olur.” fikrinden doğar. Aslında bu ideoloji iflâs etmiştir. Fakat aldattığı ve inançlarıyla oynadığı kitleler, hâlâ bunun farkında değildir.

Batıdan kopya edilen seküler eğitim sisteminin, gençleri yaratılış ve fıtrata dair şüphelere düşürerek «yaratıcı tanrı» inancını yok sayma ve tevhid akîdesinden uzaklaştırma gayreti içinde olduğunu görüyoruz.

Bu husustan hıristiyanlar da rahatsızdır. ABD’de faaliyet gösteren Yaratılış Araştırma Enstitüsünün (Institute for Creation Research), yaratılış görüşünün okullarda öğretilmesi konusunda gayretlerini görmekteyiz.

Ateistler; yüce yaratıcının yerine, enerji gibi mücerred, müphem ve muğlak kavramlar ileri sürerler.

Hâlbuki şuursuz ve kontrolsüz bir enerji, yapıcı değil her zaman yıkıcıdır. Sanat icrâ edemez. Kâinat ise sayısız sanatlarla süslenmiştir. Bunu plânlayan ve programlayan da yüce yaratıcıdır. Bunu itiraf etmek niçin bilimdışı olsun?

Avrupa’da 1800’lü yıllardan itibaren; Allâh’a ve âhiret gününe îman gibi, inanç esaslarını yıkmayı esas alan pozitivizm ve materyalizm tarafından, evrimci bir dil kullanılageldi. Bu akımların tesiri altında; batı, mevcut hıristiyan inancını yok etmiştir. Maalesef bu cereyanların, ülkemiz için de olumsuz etkisi olmuştur.

Ülkemizde eğitim sistemi inşâ edilirken şu yanlış yapıldı: Tamamen batının eğitim sistemi kopya edildi. Bizim hayat anlayışımıza; en başta dînimize, örfümüze, kadîm kültürümüze, değerlerimize, dünya ve âhiret görüşümüze bakılması gerekirdi, bakılmadı.

Efendim; bilimi putlaştıranlar, onu bâtıl inanç hâline getirdiler. Bu yolda, her türlü sahtekârlığa da başvurmuşlardır. Evrimcilikle alâkalı sadece bir örnek vereceğim:

Darwin, ortaya attığı evrim faraziyesinin kabul edilebilmesi için; hayvandan insana geçişte, ara forma ait fosillerin bulunmasının şart olduğunu itiraf ediyordu.

Hâlbuki, fosiller üzerinde yapılan araştırmalar gösteriyor ki, milyar yıl önce akrep yine akrep!.. Misalleri çoğaltabiliriz. Ara formlara ait fosillere kesinlikle rastlanmamıştır.

Ama evrimciler boş durmadı. 1912’de «Piltdown Adamı» diye bir ara form bulduklarını iddia ettiler. Bu düzmece kafatası Londra’da British Museum’da 40 yıl boyunca sergilendi, Evrim ispatlanmış gibi bir hava oluşturuldu.

Bu kafatasının 500 yaşında bir insana ait, çene kemiğinin de yeni ölen bir orangutana ait olduğu anlaşılmış, -ki eski gözükmesi için, demir çözeltilerinde tutularak türlü sahtekârlıklar yapılmıştır- 1953 yılında bunun düzmece, sahte olduğu bilinince müzeden kaldırılmıştır.

Fakat kırk yıl boyunca yetişen nesillere verilen tahribat tamir edilebildi mi?

Onlarca bilim sahtekârlığına karşılık;

İlim geliştikçe, evrimi çürüten hususlar bulundu. İlmî hiçbir tarafının olmadığı anlaşılan bu faraziye; sömürü düzenini sürdürmeyi ve semâvî inançları yok etmeyi hedefleyen bâtıl bir inanç durumuna getirilmiş, ateizme kaynak teşkil edilmiştir.

Niçin fen, bilim veya biyoloji öğrenecek evlâtlarımızı bu bâtıl inançların pençesine terk edelim?

Son olarak;

Bilgi birikimine sahip, irfanlı, îmanlı, fazîletli, vatanını seven bir neslin yetiştirilmesi hususunda Milli Eğitim Bakanlığına mühim vazifeler düşmektedir.

Yerli ve millî bir müfredatla ve bizi yansıtan ders programlarıyla, milletimizin inancının ve değerlerinin ideolojik unsurlardan bir an önce temizlenmesi samimî bir arzumuz ve temennîmizdir.

Rabbimiz buyurur:

مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهِ

“Onlar, Allâh’ı gerektiği gibi takdir edemediler (O’nun azametini, büyüklüğünü anlayamadılar)…” (el-Hac, 74)

Hak dostları da şöyle ilticâ ederler:

سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْناَكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ

«Sübhansın yâ Rabbî!.. Sen’i hakkıyla tanıyamadık…» (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

Yâ Rabbî…

Sen’i gerektiği gibi takdir edemedik, hakkıyla tanıyamadık.

Verdiğin sıhhat nimetine hakkıyla şükredemedik. Azamet ve kibriyân karşısında hakkıyla haşyet ve takvâya bürünemedik.

Sen’in affına sığınıyoruz.

Lutfunla bağışla bizleri yâ Rabbî!..