MAHRUMLAR SANA EMÂNETTİR

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Her devrin ve her ahvâlin ayrı ayrı mahrumları vardır.

Fakat;

Zor zamanların ve salgınların ortasında kalan mahrumlar ise, daha bir farklıdır, daha bir yardıma muhtaç hâldedir.

Şimdi dünya;

Böyle bir tarih yaşamaktadır.

Üzerinden geçilen viraj, sırat gibidir. Kıldan ince, kılıçtan keskin.

Sesli ve sessiz feryatlarla dolu mahrumların ve mahrumiyetlerin arttığı ibretli bir köprünün geçiş noktasındayız.

O noktada şuurlu bir doktorun şu haykırışı çok dokunaklı:

“Bizim hayat felsefemiz anne-babaya «of» bile demeyi yasaklamıştır. Buna rağmen virüs kaparım diye hastaneye, cami avlusuna bebeğini bırakıp kaçanlar gibi bırakıp giden ve hiç ulaşılamayan veya tedavisi tamamlanan anne babasını almaya bile yanaşmayanlar. Biz hastane çalışanları olarak onları anne ve babamız olarak kabul edip her türlü ihtiyaçlarını karşılar, bakımlarını yaparız. Bu bizim insanî, vicdanî ve meslekî vazifemiz. Biz bu vazifemizi zevkle ve bir ibâdet duygusuyla yapıyoruz. Ya siz hastane köşesine anne-babasını terk edip kaçanlar? Telefonlarımıza dahî cevap verme nezaketinde bulunmayanlar? Evet bunların sayısı parmak sayısı kadar, ama üzüntü verici bir durum…”

Acı bir tablonun kahreden yönü bu.

Sanki;

Âhiret gününde yaşanacak olan bir gerçeğin bu dünyadaki şekli:

“İşte o gün;

•Kişi,

•Kardeşinden,

•Annesinden,

•Babasından,

•Eşinden ve

•Çocuklarından kaçar!” (Abese, 34-36)

“(Çünkü)

O gün,

•Herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 37)

Nedir o dert?

Günahlar, kötülükler, isyanlar vesaire. Bunlar, fânîde zevk u sefâ lâkırdısıyla gafil insanlara kaynaştırıcı bir rahatlık gibi görünse de tüm cürümler, aslında sadece herkesin birbirinden kaçmasına sebep.

Çünkü dert, ağır bir dert.

Yaklaştırıcı ve kaynaştırıcı yegâne mahiyet ise, sevaplar, iyilikler, fazîletler vesaire.

Bu çerçevede o kahredici dert ve üzüntü içinde en sevindirici bir derman da;

«‒Mahrumlar, bana emanettir!» diyebilen gönüllerdir.

Hakikaten;

Mahrumlara sahip çıkabilen vicdanlı yüreklerden olabilmek, gerçek bir yiğitlik ve huzurdur. Çünkü Hazret-i Âdem’den beri, bu dünya, daima o yüreklerle ayakta kaldı. Kötüler ve zâlimler her zaman harap ederken, iyiler ve sâlihler, daima inşâ ettiler. Virüs gibiler enkazlara ve ölümlere yol açarken, şifâ gibiler her hâlükârda kurtuluş ve dirilişlere vesile oldular.

Bilhassa zor demlerde…

Bunun için zor anların en büyük faziletlerinden ve çarelerinden biri de, şu âyet-i kerîmeyi yaşayabilmek:

“Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin misâli; yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat artırır. Allah; (ihsânı) bol olandır, bilendir.” (el-Bakara, 261)

İnsanın asıl değeri, işte bu fazîlet içinde gizli.

Yaratılışı da zaten buna göre. Yüce Allah buyurur:

“Biz insanı, (nice) sıkıntı ve zorluk içinde (olacak ve bunlara göğüs gerecek şekilde) yarattık.” (el-Beled, 4)

Fakat bu gerçeğe ve infak fazîletine uzak düşenler hakkında Cenâb-ı Hak;

“Sarp yokuşu aşamadı.” (el-Beled, 11) demekte.

Sonra izah etmekte:

“‒O sarp yokuş nedir bilir misin?” (el-Beled, 12)

“‒O, tutsak bir boynu çözmek (köle azat etmek)tir.” (el-Beled, 13)

“‒Yahut şiddetli bir açlık gününde yakını olan bir yetimi,

‒Yahut aç açık bir yoksulu doyurmaktır.” (el-Beled, 14-16)

“‒Sonra da;

•ÎMÂN edenlerden,

•Birbirine SABRI tavsiye edenlerden,

•Birbirine MERHAMETİ tavsiye edenlerden olmaktır.

İşte bunlar,

Âhiret mutluluğuna erenlerdir.” (el-Beled, 17-18)

Demek ki insanın kurtuluşu;

‒Îman, sabır, merhamet ve infak ile iç içe yaşamak ve bunları yaşatmaktan geçiyor.

Hepsi, bir bütün.

Meselâ;

Sabırlı olmak için merhamete, merhametli olmak için sabra ihtiyaç var. Sabrı çöken bir kimsenin merhameti de çöker çünkü. Merhameti kalmayanın sabrı da infâkı da kalmaz. Îman zaten hepsinin özüdür. İnfak da, insaniyetin bir hakikati. Bu bakımdan Allah, «sarp yokuş» tabirini kullanıyor. O yokuşu îmanla, sabırla ve merhametle aşabilenler, gerçek kurtuluşa mazhar oluyorlar, hem dünyada hem âhirette.

Bu itibarla;

«Mahrumlar bana emânettir.» şuuruyla yaşamak, çok mühimdir.

İçinde bulunduğumuz günler de;

Sağlam inanış, güzel sabır, her hâlükârda merhamet ve infak husûsiyetine sahip gönüllerle aşılacaktır.

Sarp yokuşları aşmanın çaresi bu.

Ortaya konulan mücadelede şu da mühim:

Salgınla uğraşırken arada başka salgınlar üretmemek gerek. Özellikle, tedbir maksatlı tahminleri, suçlama ekseninde bir yaklaşıma ve sû-i zanlara dönüştürmemeli. Görünmeyen bir virüs bahsinde görmüşçesine suçlu üretmek ve işi evhamlara boğmak doğru değil.

Yani;

«Bu fânî hayatın şartlarında hastalığın ve şifânın da olması ilâhî bir takdirdir!» gerçeğini hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Bazı geçerli senaryoların mevzubahis olması da, bu büyük gerçeğe karşı insanı kör etmemelidir. Zira ilâhî gerçeğe karşı körelen idrak, her yönden âmâlaşır.

Yani;

Bu hastalığa karşı mücadelede başka hastalıklar doğuran davranışlara değil, şifâ olacak sağlıklı hasletlere koşmalıdır.

Bu hasletlerin en başında da;

Merhamet, sabır ve infak bilhassa olmalıdır.

En lüzumlu tedbirin, en ince bir özelliği de, unutmamalı ki;

Fedâkârlıktır.

Fedâkârlık, asıl gayeye göre hareket etmek. Maksada uymayan tüm şeyleri fedâ etmek. Bir başkasına karşı yapılan fedâkârlık ise, bu mânâda tedbirin en güzellerinden. Çünkü bu Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut ve râzı eder.

Diğer taraftan;

Bu hastalığın bize kazandırdığı eğitici taraflarını da tefekkür etmeli ve idrâke dönüştürmeliyiz.

Meselâ:

Tedbir yüksekliği ne demekmiş, hepimiz görüyoruz. Görüyoruz ki, gerekli tedbirleri yarım yamalak değil, bir bütün hâlinde ve tam olarak alanlar muhafaza oluyor. Tavizkâr olanlar ise, belki küçük bir açık kapı açmış oluyor. Ama küçücük bir virüs de o küçük kapıya kolayca sığdığı için içeriye rahatlıkla dalıyor. Taviz küçük, kapı küçük, virüs küçük hatta yok kadar küçük, ama zarar büyük, çok büyük oluyor.

Malûm;

İnsan hayat boyu, kendi keyfîliğini önce çıkaran bir nefsâniyete de sahip. Bu yüzden nice mes’ûliyetler ve hattâ mecburiyetler karşısında bile;

‒İstersem yaparım, istersem yapmam, havasında olabiliyor.

Fakat bu duruşu, ona takdirin kahredici vuruşu ile son buluyor. Demek ki, istersem, istemezsem keyfîliği, insana asla bir hak değil ve kesinlikle doğru bir duruş da değil, bilâkis onu en istenmeyen neticelerle karşı karşıya getiren kaçınılmaz bir felâket.

Görüyoruz:

Virüsten korunmak için evde kalmak da tek başına yetmiyor. Doğru ve her an tavizsiz bir tedbir, ancak faydalı. Bir anlık bir boşluğu ve tavizi bile affetmiyor bu salgın. Keyfî davrananın keyfini kaçırıyor derhâl. Keyfî davrananda keyif de bırakmıyor, sıhhat de, hiçbir şey de. Mecburen tek bir gerçeğe sarılıyor insan:

Keyfiyet.

Bu salgından korunmak için gerekli olan keyfiyet.

O keyfiyet üzerine öyle yoğunlaşıyor ki herkes, gece gündüz öğreniyor, öğreniyor. Yeni bir şey duymak ve lâzım olan keyfiyeti dikkatten kaçırmamak için yeni bir izah kırıntısına bile kulağını da kalbini de açıp devamlı öğreniyor. Aynı izahları, döne döne dinliyor, dinliyor. En küçük bir şey göz ardı olmasın diye her tafsilâta dalıyor. Aşırı şekilde de riayet ediyor, ediyor. Niçin? Çünkü işin keyfiyeti bunu gerektiriyor. Ya keyif? Devreye giremiyor hiç. Aksi hâlde faturası çok ağır çünkü.

Hikmetle bakalım;

İnsan için bu, aslında çok husûsî bir eğitimdir, hem de uygulamalı bir eğitim.

Bu eğitim;

İnsanı âdeta türlü türlü süzgeçten geçiriyor. Ona; âhiretin tarlası olan bu fânîde keyfî ve rastgele değil ancak keyfiyet ve istikamet üzere yaşaması, böylece ebedî kurtuluşa mazhar olması gerçeğini idrâk ettiriyor. Âdeta diyor ki:

‒Ey insan, îmânından tâviz verme! İnanç ve amel-i sâlihler bahsinde keyfî değil, keyfiyetle hareket et! Çünkü bu meselede keyfin sonu, görüyorsun ki, dayanılmaz bir felâket olurken, keyfiyetin sonu ise sevindirici bir selâmet oluyor.

‒Ey insan, merhametinden taviz verme! Merhamet bahsinde keyfî değil, keyfiyetle davran! Çünkü görüyorsun ki, merhamet ve vicdanda keyfîlik, karanlık zulümler ve hüsranlardır, keyfiyet ise adâlet ve huzurdur.

‒Ey insan, sabırdan taviz verme! Güzel bir sabır bahsinde keyfî
değil, keyfiyetli ol! Görüyorsun ki, güzel sabırda keyfîlik, her şeyi berbat etmekte, keyfiyet ise âbâd etmektedir.

‒Ey insan, «Mahrumlar bana emanettir.» şuuruyla infaktan taviz verme! Mahrumlara sahip çıkmak bahsinde keyfî değil, keyfiyet denen bir insanlık sergile. Görüyorsun ki, bu bahiste keyfîlik, beşeriyeti perişan ederken keyfiyet ise, ihyâ etmektedir.

‒Ey insan, bedeninle ilgili maddî bir virüste, hem de yok kadar küçük bir sıkıntıda birazcık taviz veremiyor, ihmalkâr olamıyor, keyfine göre hareket edemiyorsun. Çünkü azıcık ihmal, azıcık taviz, azıcık keyfîlik olduğu an, yakayı kaptırıyor her can. Gelinen noktada bu gerçeği, rûhunla ve iç âleminle de alâkalı olarak daha etraflıca idrâk et. Unutma ki, bedeninle üç gün yolculuk yapıyorsun, ama rûhunla ebedî bir yolculuğun var. Onu sıhhatli götürmezsen, cehennem denilen hurdalıkta bulursun kendini. Sıhhatli götürürsen, cennet denilen bir rahmete mazhar olursun. O yüzden rûhunla, kalbinle ve mâneviyatınla alâkalı olarak asla keyfî değil, mutlaka keyfiyet içinde yaşa!

‒Bu keyfiyetin de bilhassa îman, infak, sabır ve merhametle dopdolu olsun.

‒Hazret-i Yakup, Hazret-i Eyyub, Hazret-i Muhammed Mustafâ j misali îman, infak, sabır ve merhamet güzelliğini seçersen, ebedî kurtuluş reçetesi olan;

“Allah en hayırlı muhafaza edendir. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 64) âyetinin tecellîsine nâil olursun.

Tabiî o muhafazaya girmek için mü’minler hakkında Cenâb-ı Hakk’ın;

“Onlar, namazlarını titizlikle muhafaza eden kimselerdir.” (el-Meâric, 34) tarifini yaşamak gerek.

Kezâ;

Canları ve malları mukabili Yüce Mevlâ’dan cenneti satın alabilen mü’minlerin özelliklerini de yaşamak lâzım:

“Onlar;

•Tevbe edenler,

•İbâdet edenler,

•Hamd edenler,

•Oruç tutanlar,

•Rükû’ ve secde edenler,

•İyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve

•Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla muhafaza edenlerdir.

(Bu hasletlere sahip)

‒Mü’minleri müjdele.” (et-Tevbe, 112)

Muhafaza edenler, muhafaza ediliyor.

Nitekim;

“Kur’ân’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9) âyeti de, bir yönüyle bu muhafazaya bir işarettir.

Yani yüce Allâh’ın yüce Kur’ân’ı muhafazası, bir bakıma gerçek ehl-i Kur’ân olanları da içine almaktadır elbette. Ehl-i Kur’ân olmak, bir bakıma muhafaza edilmek demek. Hele içinde bulunulan Ramazan ikliminde bu hakikat, daha bir kıymetli.

Ayrıca;

Herhangi bir âfet, belâ ve azap tehlikesi durumunda şikâyetçi kesilmeyi değil ancak îman ve şükretmeyi öne çıkarmak gerek.

Bir ilâhî formül olarak âyet-i kerimede buyurulur:

“Eğer;

•Siz îmân eder ve

•Şükrederseniz,

‒Allah size neden azâb etsin!

(Biliniz ki)

Allah, şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” (en-Nisâ, 147)

Elbette;

Faydalı bir çare, îman ve şükür eksenli bir gayretten doğar. Çünkü bu, gönül huzurunu bozmadan hastalığın atlatılmasına âmildir.

Hastalık maddî bir husustur, ancak onun başlangıcı mânevî hâlimize, sonu da mânevî hâlimize bağlıdır. Meselâ tedbirsizlik hâli, mânevîdir ve hastalığa ilk sebeptir. Riâyet itibarıyla tedbir hâli de mânevîdir ve şifâ için son sebeptir. Rûhunda tedbiri olmayanın, bedeninin tezâhürü de aynıdır. Rûhunda tedbirsizliği olanın da vaziyeti böyledir. Yani hastalık iradede başlar, sonra bedene yansır. Şifâ da. Yanlış bir şeyi yememe iradesi göstermeyen kimsenin hastalığı o yediğidir görünen sebep olarak. Fakat o sebebi oluşturan gerçek ise, iradesizliği ve tedbirsizliği değil midir? Sigara insana zarar veriyor. Fakat bu zararı veren asıl sebep ise, onu içen ve vazgeçemeyen iradenin durumudur. Yani hastalığın asıl kökü, mânevî toprakta.

İşte îman ve şükür, bu bakımdan büyük bir dengedir insanın maddî ve mânevî sıhhati açısından. Kaldı ki, Allâh’ın azâb etmeyeceği vaadi, hepsinden üstün bir nasiptir ve rahmettir.

Belki sahne sahne cirit atan bazı fânî senaryolar insanları kaygılandırıyor.

Hiç gerek yok.

Bizim asıl kaygımız, fânî değil ebedî senaryonun ne olacağı, yani âhirete dair olmalı. Asıl endişemiz de, âhiretteki hesap ve onun neticesi olmalı. Zira bu dünyaya dair ne varsa nihâyet gelip geçer. Ancak âhiret ve ahvâli ise, gelir fakat hiç geçmez. Bu yüzden o daha mühimdir.

Bu yüzden;

Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle,
Bak sonunu seyreyle,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…

Eğer;

Bu şuurda yaşayabilirsek, nasıl ki oruç denilen açlık ve fedâkârlık günlerinin neticesi bayram mâhiyetinde lütuf ve müjdelere çıkıyorsa, aynı şekilde salgınların ve daha başka imtihanların neticesi de doğru bir istikamet üzere yaşayışla, bilhassa îman ve infak ile, sabır ve merhamet ile bi-iznillâh rahmet dolu, lütuf ve müjdelerle dolu gerçek bayramlara çıkar.

Yâ Rab,

Nasîb eyle!

Âmîn…