BU SALGINI KALDIR ALLÂH’IM!
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Şâfiî âlimi Takiyyuddin es-Sübkî, 21 Nisan 1284’te Mısır’ın Sübkü’l-abîd köyünde doğdu. İlk eğitimini köyünde babasından aldı. Daha sonra Kahire’ye giderek aklî ve naklî ilimler öğrenmeye devam etti. Mısır’da Şâfîi mezhebinin otoritesi hâline geldi. Daha sonra Şam’da kādılkudâtlık, meşîhatlık ve müderrislik yaptı.
Tevessül ve istigâseyi kabul etmeyen İbn-i Teymiyye’ye şu cevabı verdi;
“–Heyhat! Mescid-i Nebî ziyaret edilir de o mescidin sahibi nasıl ziyaret edilmez!?. Zaten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmasaydı bu mescidin fazîleti bilinmezdi, o yer mukaddes olmazdı. Orada takvâ üzere yapılmış bir mescid bulunmazdı.”
Takiyyuddin es-Sübkî, 13 Haziran 1355’te vefat etti. Kabri, Bâbü’n-Nasr kabristanındadır.
*
Takiyyuddin es-Sübkî, salgın hastalığın kalkması için Allâh’a ilticâ edilmesi gerektiği hususunda şöyle bir hâdise anlatmıştır:
“Sâlih bir adam Ümeyye Camii’nde rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görür. Etrafındaki insanlar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bulaşıcı hastalığın kaldırılmasını isterler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şu duâyı okumalarını tavsiye eder:
«Ey merhametli Allâh’ım, ey yüce Arş’ın sahibi, ey yoktan var eden, ey tekrardan yaratan, ey dilediğini yerine getiren, Sen’den Arş’ı kaplayan Zâtının nûru hürmetine, mahlûkatı yaratan kudretin hürmetine ve her şeyi kaplayan rahmetin hürmetine bizden bu bulaşıcı hastalığı kaldırmanı istiyorum.»” (İbn-i Hacer, Bezlu’l-Mâûn, s. 332)
ORTADA KALAN CENAZEYİ SULTAN KALDIRDI!
Melâmî yolunun büyüklerinden Nalıncı Mehmed Mîmî Dede aslen Bergamalıdır. Ailecek İstanbul’a göç ettiler. Azaplar çarşısındaki dükkânında nalın îmal ederek geçimini temin ederdi. Onu bu kadar meşhur yapan hâdise, cenazesini bizzat Sultan III. Murad Han’ın kaldırması ve bu vesileyle bazı kimselerin onun hakkında yaptığı sû-i zannın ortaya çıkmasıdır. Nalıncı Mehmed Mîmî Dede, 1592’de vefat etti. Türbesi, İstanbul/Cibali’dedir.
*
Sultan III. Murad’ın o sabahki düşünceli hâli veziri Siyâvuş Paşa’nın dikkatinden kaçmadı. Padişah bir rüya gördüğünü, fakat bu rüyanın hikmetini çözemediğini söyledi. Bu hikmeti anlamak için tebdîl-i kıyafet saraydan çıkıp Fatih semtine gittiler. Cibali’ye vardıklarında bir cenazenin ortada kaldığını gördüler. Oradakilerden cenaze hakkında malûmat aldılar. Cenaze Nalıncı Mehmed Mîmî Efendi’ye aitti. Bu zât nalın yaparak geçimini kazanırdı. Bununla beraber kazandığı parayı -zâhiren- menhiyyata (şer‘an haram olanlara) harcadığı için cenazesini kimsenin kaldırmak istemediğini öğrendiler. Murad Han cenazeyi kaldırmaya karar verdi. O güne kadar Padişah’ın cenaze kaldırdığı görülmüş şey değildi. Yıkayıp kefenleyip tabuta koydular. Fatih Camii’ne getirdiler. Murad Han Cibali’ye döndü. Sorup soruşturarak Mîmî Dede’nin yaşlı hanımına ulaştı. Olup biteni haber verdi. Kederli kadın Sultan’a içini dökerek;
“–Bizim Efendi bir âlemdi… Akşama kadar nalın yapardı. Ama şarap şişesi görmesin. Kazandığı üç-beş kuruşu da verir, satın alırdı. Eve gelince de hepsini helâya dökerdi.”
“–Niye?”
“–Ümmet-i Muhammed içmesin diye.”
“–Sonra malûm kadınların ücretlerini öder, onları eve getirirdi. Onlara; «Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım. Öyleyse şimdi dinleyin.» deyip giderdi. Ben de onlara menkıbeler anlatır, sohbet yapardım.”
“–Millet ne derdi!?.”
“–Milletin ne düşündüğü umurunda değildi. Ona; «Bak Efendi! Sen böyle yapıyorsun ama ahali seni kötü belleyecek. İnan cenazen ortada kalacak…» derdim. Mânâlı mânâlı gülerek; «Allah büyüktür hatun. Hem padişahın işi ne!?.» derdi.”
Böylece rüyanın sırrı çözüldü. Çünkü rüyasında Nalıncı ona;
“–Cenaze namazımı Fatih Camii’nde kılmaya hazırlan! Beni evime gömdür. Üzerime bir türbe yanına da bir tekke ve çeşme yaptır.” demişti. Padişah da bunları yerine getirdiği gibi yaşlı kadına da aylık bağladı.
DİLİ SÜRÇÜNCE…
Seyyahların pîri Evliyâ Çelebi, 25 Mart 1611’de İstanbul/Unkapanı’nda doğdu. Hat ve mûsıkî eğitimi aldı. Enderun’da eğitimini ilerletti. 1630 yılında -on dokuz yaşında- gördüğü bir rüya üzerine seyahat etmeye ve gördüklerini yazmaya başladı. İstanbul’dan başladığı bu seyahat uzak-yakın birçok diyarda devam etti. Elli yılı aşkın bir süre Osmanlı topraklarını ve civar coğrafyaları gezerek bu toprakların kültürü, mimarîsi, yaşayışı, örf ve gelenekleri hakkında on ciltlik muazzam bir eser kaleme aldı. Evliyâ Çelebi’nin 1684 yılında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Kabri, bir rivâyete göre Meyyitzâde kabri civarındaki aile kabristanındadır.
Evliyâ Çelebi, ömrü boyunca seyahat etmesine sebep olacak rüyasını şöyle anlatır:
“–İstanbul’da evimizin köşesinde değirmi yastık üzerinde murâd uykusundan uyanmıştık. Bu hakir; kendimi uyku ile uyanıklık arasında Yemiş İskelesi yakınında, helâl ve temiz para ile yapılmış, edilen duâların kabul olduğu Ahî Çelebi Camii’nde gördüm. Derhâl cami kapısı açıldı, tepeden tırnağa silâhlı askerlerle nurlu caminin içi nur yüzlü cemaatle doldu. Sabah namazının sünnetini kılıp salâvat-ı şerîfeye başladılar.”
Evliyâ Çelebi de minber dibinde oturmuş bu nur yüzlü cemaati seyrederek hayran kalmıştır. Yanındaki nur yüzlü kişiye sorar:
“–Benim sultanım, mübârek zâtınız kimdir, mübârek isminizi bağışlar mısınız?” Nur yüzlü kişi, dünyada cennetle müjdelenen on kişiden Sa‘d bin Ebî Vakkâs olduğunu söyleyince Evliyâ Çelebi hemen bu kişinin elini öper. Camide sağ tarafta ışıklar içinde oturmakta olan kişileri sorduğunda;
“–Onların hepsi peygamber ruhlarıdır, gerideki saf da bütün evliyâ ve asfiyâ ruhlarıdır. Bunlar sahâbe-i kiram, muhâcirîn, ensar, erbâb-ı suffe, kerbelâ şehidleri ve sâdıklarıdır. Mihrabın sağında Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer, solunda Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhüm- vardır.” cevabını alır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise mihrapta oturmaktadır. Evliyâ Çelebi bu cemaate müezzinlik yapar. Namaz bitince Evliyâ Çelebi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elini öpmek için mihraba gider. Tam elini öpeceği esnada da; «Şefaat yâ Rasûlâllah!» diyeceği yerde heyecandan; «Seyahat yâ Rasûlâllah!» der. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm ederek;
“–Allâh’ım şefaati, seyahati ve ziyareti sağlık ve esenlikle kolaylaştır.” diye duâ ettikten sonra; «el-Fâtiha!» der, cemaat de Fâtiha Sûresi’ni okuyarak bu duâya katılır. (Seyahatnâme, Evliyâ Çelebi. Cilt I, Hikmet-i Hudâ Sebeb-i Seyâhat ve Geşt ü Güzâr-ı Vilâyet)
ÇAYA HİKMETLE BAKIŞ
Âlim, edip ve müftü Abdurrahman Şeref GÜZELYAZICI, 6 Mayıs 1904’te Selanik’e bağlı Petriç’te dünyaya geldi. Öksüz ve yetim kalınca ağabeyinin himayesinde büyüdü. İstanbul’da Dârü’l-hilâfeti’l-âliyye Medresesi’ni ve Dârü’l-Fünûn İlâhiyat Fakültesi’ni bitirdi. Millet ve Süleymaniye Kütüphânelerinde çalıştı. Ortaokul ve liselerde Türkçe, din bilgisi, edebiyat, tefsir, usûl-i tefsir, fıkıh ve usûl-i fıkıh dersleri verdi. 1972’de İstanbul müftülüğüne tayin oldu. Cemiyetteki aktif hayatıyla gencinden yaşlısına toplumu ilim ve irfanla irşâd etme gayretinde olan Güzelyazıcı, 15 Mayıs 1978’de İstanbul’da vefat etti. Kabri, Edirnekapı’dadır.
*
Abdurrahman Şeref GÜZELYAZICI bir keresinde eline geçen «Çay Risalesi» ile ilgili bir dostuna şunları söyledi:
“–Kütüphânede bulduğum bu risaleye göre çay yirmi beş dakikada demleniyor. Bunun yanında çayın üç özelliği var.
Birincisi, çay aç içildiğinde tok yapar. Tok içildiği zaman ise sindirme özelliğinden dolayı aç yapar.
İkinci özelliği, Allah Teâlâ’yı hatırlatır. Çay içen kişi çaya baktığı zaman sevgilinin kırmızı yanağını hatırlar. Plâtonik aşktan gerçek aşka… Yani önce dünya sevgilisini kırmızı yanağıyla çaydan dolayı hatırlar, oradan hareketle de gerçek sevgili olan Allah Teâlâ’yı hatırlar. Efendim, yani çay insana Allah Teâlâ’yı hatırlatır.
Üçüncü özelliği ise; «Çay insân-ı kâmildir». Tasavvufî olarak… Çünkü çay başlangıçta hamdı. Ateş üzerinde çileler çekti. Yavaş yavaş çilesini doldurdu ve çilesi zirveye çıkınca fokur fokur kaynamaya başladı. Çile sona erip kalbini (rûhunu) temizleyince o demlendi. Sükûnete ererek insân-ı kâmil oldu.”