ESAS HASTALIK, ASIL ŞİFÂ

Sami GÖKSÜN

Bütün dünya bir hastalık ile mücadele hâlinde. Hayat o kadar mühim ki; eğitim, hava yolu ulaşımı ve ticârî hayatın büyük bir kısmı, bu hastalığın yayılmasını önlemek için durduruldu.

Cenâb-ı Hak, şifâ ve sıhhat ihsân eylesin.

Rabbimiz Kur’ân-ı Azîmüşşân’da şu ifadeyi çok zikrediyor:

“Kalplerinde hastalık olanlar…”

İmam Gazâlî; bu mânevî kalp hastalığının, bedenî hastalıklardan beter olduğunu şöyle ifade eder:

“Kötü ahlâk, nefsin hastalığı ve kalbin marazıdır. Şu kadar ki bedenî hastalıklar, maddî hayatı yok eder. Kalbî hastalıklar ise ebedî hayatı mahveder.

Fânî hayatı sona erdirecek olan cismî hastalıklardan korunmak için ilâç terkiplerini öğrenmekte tabiplerin şiddetle dikkat ve îtinâ göstermeleri gerektiği gibi, ebedî hayatı mahvedecek kalp hastalıklarını tedavi edecek ilâç terkibini öğrenmenin daha mühim olduğu meydandadır.

Tıbbın bu kısmını öğrenmek her akıl sahibine borçtur. Zira hastalıklardan sâlim bir kalp düşünülemez. Tedavisi cihetine gidilmez ve kendi başına terk edilirse; hastalıklar yığılır, dertler çoğalır, sahibine galebe çalarak, onu çökertir.

İnsan bu hastalıkların menşeini, neden meydana geldiklerini bilmeye yani teşhisine, sonra da izâlesi için ilâç aramaya muhtaçtır.

Bedendeki hastalığı gidermek için perhiz, sabır ve ilâçların acılığına dayanmak gerektiği gibi, kalbi tedavi için kalbin kötü îtiyadlarına karşı direnme ve tedavi edecek ilâçların acılığına tahammül daha mühimdir. Çünkü bedenî hastalıklar nihayet ölüme kadar devam eder. Ölünce hepsinden kurtulursun. Fakat -Allah korusun- kalbin hastalığı öldükten sonra da devam eder. Ardı arkası gelmez. Onun için bu hastalıktan kurtulmaya ehemmiyet verilmelidir.”

Nedir kalpteki o hastalık?

İnkârdır, nifaktır, yalandır… Cimrilikten hasede, kin ve nefretten gurur ve kibre bütün kötü huylardır.

Kalbin hastalığını İmam Gazâlî şöyle tarif ediyor:

“Bedenin her uzvu, kendine mahsus, muayyen bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise hangi iş için yaratılmışsa onu yerine getirememesidir. O işi ya hiç yapamaz yahut da zorlanarak yapar. Meselâ elin hastalığı tutamamak, gözün hastalığı görememektir. Bunun gibi kalbin hastalığı da yaratılış gayesini yerine getirememesidir.

Kalbin vazifeleri nedir:

İlim, hikmet, mârifetullah, Allah sevgisi, Allâh’a ibâdet, Allâh’ı zikretmekten zevk almak, Allah Teâlâ’yı bütün arzularına tercih etmektir. Bunları yerine getiremiyorsa, o kalp hastadır.”

Yine İmam Gazâlî; kalp hastalığını teşhisten sonra onun tedavisini de, bedenî hastalıkların tedavisine benzetiyor. Bedenî hastalıklar, üşümeden ise, onu hararetle tedavi ederler. Fakat güneş geçmesi gibi hararetten hasta ise, bu kez ona buz vererek tedavi ederler. Yani zıddıyla. Kalp hastalıkları da öyledir:

Eğer kalpta kibir varsa; onun gururunu ve kibrini kıracak, tam zıddı bir tedavi tatbik etmelidir.

Peki, kim tatbik edecek?

İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-; bedenî tıptaki hekimin, tabibin karşılığı olarak, bu ahlâk ve mâneviyat âleminde bu işi yapacak kişinin, mürşid-i kâmil olduğunu beyan ediyor.

Kalp hastalıklarını tedavi edecek şeyler, din ve ahlâk kitaplarında yazılıdır. Fakat onları tatbik etmedikçe bu bilginin bir faydası yoktur. İmam Gazâlî Hazretleri bu hakikati de tıp üzerinden ne güzel anlatır:

“Bir hasta düşünelim. Tabip kendisine derdinin dermanını anlatmış: «Şu çiçekleri toplayacak, şöyle kurutacak, böyle dövecek ve şöyle hamur edeceksin. Sonra süzdürüp şu zamanlarda içip, böylece tedavi olacaksın.» demiş olsun. Hasta da tarifi güzelce ezberlemiş, gelmiş ve bu derdin dermanını başkalarına anlatmış, nutuklar çekmiş fakat kendisi henüz ilâcı hazırlayıp kullanmamış olsun. Böyle bir hasta şifâ bulur mu? Asla!”

Demek ki kalp hastalıkları ancak sâlih amellerle, mücâhede ve riyâzetle iyileşir. Gerçek sıhhat ve afiyet de budur:

Âriflerden birisi, adamın birine;

“–Görüşmeyeli ne hâldesin?” diye sordu.

Adam da;

“–Afiyetteyim.” deyiverdi.

Ârif zât ise şöyle dedi:

“–Allâh’a isyan etmediysen, hakikaten afiyettesin. Fakat günah işlediysen, bundan daha büyük hastalık olur mu? İsyan eden, afiyette değildir!”

Allâh’ın izni ve keremiyle, maddî hastalıklar da kul için bir temizlenme ve keffâret vesilesidir. Bir tefekkür ve istiğfar sebebidir. Tabiî ki sabredilirse…

Belâ, musîbet ve hastalıklara eşsiz bir sabır sahnesini yine İhyâ’dan okuyoruz:

“Huzeyfe -radıyallâhu anh-’ın
âzadlısı Sâlim, katıldığı cihad meydanında yaralanmıştı. Son anlarını yaşıyordu. Birisi ona su getirdi. Sâlim ona dedi ki:

«Sen beni düşmana doğru çevir. Ben oruçluyum, suyu da kalkana dök, akşama kadar yaşarsam o zaman biraz içerim.»

İşte âhiret yolcularının sabrı böyledir.”

Şu kudsî hadîs-i şerif, hastalığa sabrın ecrini bildirmekte:

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kulumu bir belâ ile iptilâ ettiğim vakit, sabreder ve ziyaretçilerine Beni şikâyette bulunmazsa, ona etinden iyi et, kanından iyi kan veririm. İyileştiği vakit, günahsız olarak iyileşir. Onu vefât ettirirsem, rahmetime yani cennetime gider.»” (Muvattâ)

Ülkemizi ve bütün dünyayı tesiri altına alan bu Korona hastalığından vefât eden ehl-i îmânâ, Cenâb-ı Hak bu ecir ve sevapları ihsan buyursun.

Hastalanıp da ızdırap çekenlere de Rabbimiz, yaşadıklarını keffâret eylesin.

Rabbimiz, mübârek günler hürmetine bu salgını sona erdirsin.