DİBEK TAŞINDA DÖVÜLEN NE?

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

Kaç gündür canı sıkkındı; şöyle sessiz, sakin bir yere gidip bayram tatilini öyle değerlendirmeyi düşündü. Şehirden, yakınlarından kaçmak istiyordu. Kafasının içi o kadar doluydu ki; eşine, çocuklarına, işine derken herkese yetişmeye çalışıyor ama kendisine zaman ayıramıyordu. Üstelik hiç kimse de memnun olmuyor, hep daha fazlasını istiyorlardı.

Arabaya bindi ve tek başına şehrin dışına doğru sürdü arabayı. Nereye gidiyor, nereye gidecek bilmiyordu. Sanki araba onu bilinen bir yere götürüyordu. Epey bir müddet gittikten sonra küçük bir köye girdi. Köye girdiğinde akşam vaktiydi ve karanlık basmıştı. Köy çeşmesine giderek, elini yüzünü yıkamayı düşündü. Kimseyi tanımıyordu; «Biraz dinlenirim, belki arabada uyurum.» diyordu. Çeşmeyi buldu, yüzünü yıkadı. Kendine geldi, rahatladı. Tam o sırada arabaya doğru giderken, arkasını döndüğünde yaşlı bir karı kocayı gördü. Birden şaşırdı onları öyle görünce. Öyle ya az önce orada yoklardı ki… Yaşlı karı kocanın yüzleri gülüyordu, neşeli ve huzur dolu bir hâlleri vardı. Tebessüm ederek bu gence bakıyorlardı;

“–Evlâdım hoş geldin!” dedi, yaşlı amca.

Genç;

“–Hoş bulduk!” dedi ve niye geldiğini, derdini, sıkıntılarını sanki bir bilge kişiye veya kırk yıllık dostuna anlatıyor gibi, kısaca anlattı. Kendisi de şaşırdı, onlar bir şey sormamıştı ki. Neden, kısa bir süre içinde hayatını hemen özetleyivermişti. Ama anlatmıştı ve rahatlamıştı işte. Kendini hafif hissediyordu.

Yaşlı karı koca hiçbir yorumda bulunmamış sadece gülümseyerek dinlemişlerdi. Bu sefer yaşlı nine konuştu;

“–Gel evlâdım bizimle!” dedi. Genç, sessizce onları takip etti. Köyün meydanına doğru geldiklerinde kalabalık insan topluluğunu gördüler. Sıraya girmişler, ellerinde tokmak ve «soku» denilen (dibek taşı) taşın içine ahşap tokmağı karşılıklı vurup duruyorlardı. Bu arada hem vuruyorlar hem birbirleri ile kavga ediyorlar, sataşıyorlar, ağız kavgası yapıyorlardı.

Genç şaşırmıştı; bu insanlar niye kavga ediyorlar, ne için kavga ediyorlardı, o yuvarlak taşın içinde ne vardı ki insanlar onu dövüyorlardı. «Buğday olmalıydı ki bulgur yapmak için» diye düşündü. Garip olan ise ne yaşlı karı kocayı ne de kendisini bu insanlar görmüyorlardı. Genç merakla «dibek taşı»nın içine baktı. Ve şaşkınlıktan ağzı açık kaldı!

İyi de dibek taşının içinde neyi dövüyorlardı bu insanlar? İçinde hiçbir şey yoktu; ne buğday vardı, ne de bulgur…

Meraklı gözlerle yaşlı karı kocaya döndü bir cevap bekliyordu…

Yaşlı adam ağır ağır konuşmaya başladı;

“–İşte evlâdım…” dedi. “Biz her gece buraya gelip bu sahneyi izleriz. Bu insanlar buraya gelip boş dibek taşını döverler, hiçbiri de fark etmez ki dibek taşının içinde buğday yok. Dövdükleri sadece boş hayalleri, boş kuruntuları, boş kaygıları, zamanları, sıhhatleridir. Sabah olunca da elleri boş boş hüsrana uğramış bir şekilde giderler. İşin garip olanı ise akşam olduğunda sanki bir önceki geceyi hiç hatırlamazlar, yine gelip aynı şekilde boş dibek taşını döverler.”

Kısaca:

İnsanoğlu aslında kendinin farkında olsa, 24 saatinin büyük bir kısmını israf ettiğini fark edebilir. 24 saatinin büyük bir kısmını, sadece kaygılanmakla ve korkuları ile cebelleşerek geçiriyor. Ve kendimizi «dibek taşında» kendi ömrümüzü döverek buluyoruz.

“Ve onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Boş yere söylenen sözden ve işlerden sakınırlar.” (el-Mü’minûn, 23/3)

“Yemin ederim zamana. İnsanlar hüsranda. Ancak şunlar müstesnâ: Îmân edip makbul ve güzel işler yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” (el-Asr, 103/1-3)