SÜNNET-İ SENİYYE ve MEZHEBİMİZ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Günümüzde hadis külliyâtının Türkçeye tercüme edilmesiyle, fıkıh ve hadis ilimlerinin tarihçesini bilmeyenler tarafından şöyle sualler sorulmaya başlandı:

“Hadis kitaplarında bazı hadisler okuyoruz, fıkıh kitaplarında gördüğümüz bilgilerle bu hadislerin anlattığı bilgiler birbiri ile uyuşmuyor.

Bu durumu nasıl değerlendireceğiz?

Biz Peygamberimiz’in mübârek sözlerine mi tâbî olacağız yoksa mezhep imamlarımızın peşinden gidip, onlara mı uyacağız?”

Hadisler, hadis kaynaklarımız bizim fıkhımızın temelini oluşturur.

Fıkıh; detaylı kaynaklardan çıkartılmak sûretiyle oluşturulmuş olan şer-‘î, amelî hükümleri bilmek demektir. Bilmek durumunda olduğumuz hükümler; delil dediğimiz detaylı kaynaklardan yani Kitap, Sünnet, icmâ‘ ve sâireden öğrenilerek oluşturulmaktadır.

Binâenaleyh fıkhın kaynağında ne vardır?

•Kur’ân-ı Kerim vardır,

•Sünnet-i Nebeviyye vardır.

Fıkıh; Kur’ân’ı ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadislerini anlayıp; onları hayata aktarmak, aksettirmek demektir.

Kur’ân’ı kabul etmeyen veya Kur’ân’ın birtakım âyetlerini kabul etmeyen bir din anlayışı nasıl mümkün değilse; hadîsin tamamını veya bir kısmını kabul etmeyen bir din anlayışı, fıkıh anlayışı da mümkün değildir.

Biz Kur’ân-ı Kerîm’in, Âlemlerin Rabbi Allâh’ımızın Kitâbı olduğuna îmân ettiğimiz gibi, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bize bir elçi olarak, Peygamber olarak Rabbimiz’in gönderdiğine de îmân ettik. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yok sayarak, O’nun hadislerini inkâr ederek, reddederek müslüman olmak / kalmak mümkün değildir.

Çünkü müslümanlar olarak bizler, Cenâb-ı Allâh’a ve Allâh’ın emrettiği şekilde Hazret-i Peygamber’e itaat etmekle mükellefiz. Yani Allâh’a itaat edeceğiz, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaat edeceğiz. Nasıl Cenâb-ı Allâh’ın bütün emirlerine itaat ediyor, yasaklarından kaçınıyor isek; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Allah’tan alıp bize getirdiği dînin bütün emirlerini ve yasaklarını da aynı şekilde gözetmemiz gerekir.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emirlerini yerine getirmeyi, yasaklarından kaçınmayı Kur’ân bize emreder:

وَماَ اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ

“…Peygamber size ne verirse derhâl onu alın! / Neyi size emrederse, derhâl onu yerine getirin!

Peygamber size neyi yasaklarsa ona yaklaşmayın, uzak durun! / Kaçının derse derhâl ondan el çekin, kaçının!..” (el-Haşr, 7)

Dolayısıyla Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’inde bize birtakım şeyleri emredip, birtakım hususları yasakladığı gibi; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Cenâb-ı Allah’tan aldığı vahiy ile birtakım şeyleri emretmiş birtakım hususları da yasaklamıştır.

Hâl böyle iken; birilerinin kalkıp Hazret-i Peygamber -sal­lâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i
veya O’nun birtakım sözlerini reddetmek gibi bir duruma düşmeleri hâlinde, îmanları ile alâkalı ciddî şüpheleri var demektir.

Cenâb-ı Allah bizden, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olmamızı istiyor.

وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَۚ

“Allâh’a itaat edin! Peygamber’e de itaat edin!” (Bkz. en-Nisâ, 59; et-Teğâbün, 12 vd.) buyuruyor.

Binâenaleyh izinden gidilecek, peşinden yürünecek, takip edilecek, her sözü baş üstü tutulacak olan yalnız ve yalnız Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Bu noktada hiçbir müslümanın tereddüdü olamaz, olmamalıdır da.

Fakat şurası da bir hakikattir ki bizler Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âhiret âlemine göç etmesinin üzerinden 1400 küsur sene geçtikten sonra dünyaya geldik. Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile aynı mekânı paylaşma, sohbetinden istifade etme imkânımız olmadı. O’nun mübârek yüzünü görme şerefine eremedi bizim gözlerimiz. O’nunla aynı havayı soluyamadı bizim ciğerlerimiz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek bakışlarına nâil olamadı bizim vücutlarımız. Biz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in arkasında cemaat olup O’nunla beraber namaz kılma şerefine eremedik. Tek tesellîmiz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“«Kardeşlerimi çok özledim!..» sözünde kastetmiş olabileceği mü’minler acaba bizler olabilir miyiz?” diye içimizden geçirdiğimiz temennîlerimizdir. Öyle buyurdu çünkü:

“–Çok özledim kardeşlerimi!”

Ashâb-ı kiram efendilerimiz;

“–Yâ Rasûlâllah! Bizler Sen’in kardeşlerin değil miyiz?” deyince;

“–Hayır!” buyurdu. “Sizler benim ashâbımsınız, arkadaşlarımsınız. Bir de kardeşlerim var, onlar beni göremeyecekler. İşte o kardeşlerimi görmeyi çok arzuladım.” (Müslim, Tahâret, 39, Fedâil, 26)

Belki Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in görmeyi arzuladığı kardeşlerinden olabiliriz, diye iç geçiriyoruz. Fakat Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görememiş isek de; O’na tâbî olma emri, O’nun izinden gitme düsturu bizim için de geçerlidir.

“Peki biz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinden nasıl gideceğiz, O’nun yaşadığı şekilde nasıl yaşayacağız?”

Meselâ; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُون۪ي أُصَلّ۪ى

“–Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle, beni gördüğünüz şekilde namaz kılın!” (Buhârî, Ezân, 18)

Biz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i namaz kılarken görme bahtiyarlığına eremedik. O’nun namazını bizim kılmamız nasıl mümkün olacak? Bütün mesele işte burada düğümleniyor.

Bu noktada bizim imdâdımıza sahâbe efendilerimiz yetiştiler. Onlar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den duydukları her şeyi kendilerinden sonraki nesle aktarmaya gayret ettiler.

Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dîni yaşadı ve kendisinden sonra o dînin yaşanabilmesi için de nesilden nesile aktarılması gerekiyordu. Sahâbe efendilerimiz; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu fânî dünyadan ebedî hayata geçmesinin ardından, O’ndan öğrendikleri dîni, bütün insanlığa yaymak için dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Gittikleri her yere Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını taşıdılar.

Elbette Peygamber Efendimiz’in 23 yıllık nübüvvet hayatının her safhasına, her sahâbî şâhitlik edememiştir.

Meselâ;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek gece hayatını; hakkında gökten iffet beratı inen Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz gibi bir başka sahâbînin bilmesi mümkün değil. Onun için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ev hâlini, gece ibâdetini ve gece hayatını, o mübârek annemizin rivâyet ettiği hadislerden öğreniyoruz.

Sahâbe efendilerimiz, Hazret-i Peygamber Efendimiz’den duydukları her şeyi aktarmaya gayret etmiş, titizlik göstermişler; «Acaba yanlış bir şey söyler miyim?» diye ciddî endişe duymuşlardır. Fakat Allâh’ın lutf u inâyetiyle Peygamber Efendimiz’in hayatının her detayını kendilerinden sonra gelenlere aktarabilmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ashâbım (gökteki) yıldızlar gibidir. Onların hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” (Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, Kâhire, ts., X, 226, no: 3807; İbn-i Abdi’l-Berr, Câmiu Beyâni’l-İlm, II, 91)

Binâenaleyh;

Bize Hazret-i Peygamber -sal­lâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile alâkalı olarak vâsıl olan her şey; sahâbe efendilerimizden, onların talebeleri olan tâbiînden yani ikinci nesilden ve de onların talebeleri olan tebe-i tâbiînden üçüncü nesilden gelmiştir.

Burada üçüncü nesilden önce, tâbiîn neslinden iki büyük şahsiyeti kaydetmeliyiz: Dünyadaki müslümanların kısm-ı âzamîsinin uydukları 4 hak mezhebin iki büyük imamı İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh- ile İmam Ebû Hanîfe -rahmetullâhi aleyh-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbına yetişmiş tâbiînden olan büyük zâtlardır.

Diğer iki büyük imamımız Ahmed İbn-i Hanbel ile Muhammed bin İdris eş-Şâfiî -rahimehumallah- ise tebe-i tâbiîn neslindendir. Yani üçüncü kuşak müslümanlardandır.

Özetle;

Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mîrâsı; sahâbesi, sahâbelerin talebeleri tâbiîn döneminde, belki onların da talebeleri tebe-i tâbiîn döneminde dört başı mâmur bir hâlde aktarılmış ve artık kitaplara kaydedilmiştir.

Bizim bugün mezhep olarak, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin oluşturmuş olduğu hükümler manzûmesine tâbî olmamızın sebebi; bizi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e götürdüğü içindir. Ebû Hanîfe’ye tâbî oluyoruz da, peki Ebû Hanîfe, Hazret-i Peygamber’i görmüş müdür?

Hayır görmemiştir, fakat o, Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh- ve Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh- Hazretleri’nin ekolünü, mezhebini izleyerek Peygamber Efendimiz’in dînî hayatını özetlemiş ve bizim rahatça uygulayabileceğimiz bir kıvâma getirmiştir.

Düşünün, bugün hastalandığımızda ne yapıyoruz? Doktora gidiyoruz, doktor ilâç veriyor; eczahâneye gidiyoruz, o ilâçları alıyoruz, doktorun tarif ettiği şekilde kullanıyoruz. Hiç kimsenin;

“–Kendi hastalığımı teşhis edeceğim, kendi ilâcımı da kendim yapacağım!” demediği gibi, bizim de imamlarımızı bir tarafa bırakarak;

“–Ben Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in direkt sözleri üzerinden dînimi yaşayacağım.” deme gibi bir aymazlığımız olamaz.

Niye?

Çünkü biz Peygamber Efendimiz’i görmedik. Ne yaparsak yapalım araya birtakım aracılar koymak zorundayız.

Hazret-i Peygamber Efendimiz’e ulaşabilmek için; yani yolumuzu kaybetmemek, yanlış yollarda yitip gitmemek için, ancak bu 4 mezhep imamından birinin gösterdiği yoldan giderek Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olma bahtiyarlığına erişebiliriz.

Yukarıda bazı suallerin ortaya çıktığını söylemiştik: Şimdi gelelim o suallere:

«Bazı hadisler görüyoruz ki Hanefî mezhebi onlarla amel etmemiş. Böyle bir şeyin olması mümkün mü?»

Teorik/nazarî olarak olabilir. Mezhep imamlarımızın bazı hadislere ulaşmamış olması da ihtimal dâhilindedir.

Ancak 13 asırdır bu mezhebin âlimleri yazdıkları sayısız eserlerde her meseleyi ince ince tetkik edip âdeta didik didik etmişlerdir.* Dolayısıyla bizim;

«Niçin amel edilmedi?» dediğimiz hadislerle ilgili şöyle bir sonuç ortaya çıkmıştır:

Ya o hadîsin yerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ait başka bir hadis bulmuşlar ve onu birtakım meşrû ve usûle uygun sebeplerle tercih etmişler;

Yahut da o hadisten bizim anladığımız mânânın dışında farklı bir mânâ çıkarmışlardır.

Bir misal verelim:

Meselâ Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, hanımını sünnete uygun olmayan / bid‘at bir şekilde boşamış. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh-’a buyurmuş ki:

“–Karısına dönsün. Boşayacaksa sünnete uygun olarak boşasın.” (Buharî, Talâk, 1; Müslim, Talâk, 1)

Bu sözü kim söylüyor? Hazret-i Peygamber. Kime söylüyor? Hazret-i Ömer’e. Kime söylemesi için? Oğluna. Peki Hazret-i Peygamber’in bu sözü Abdullâh’a direkt bir emir midir?

Hazret-i Peygamber Efendimiz, ashâbına buyurur ki:

“Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmalarını söyleyiniz. On yaşına bastıkları hâlde kılmazlarsa kendilerini cezalandırınız.” (Ebû Dâvûd, Salât, 26)

Şimdi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz doğrudan çocuklara mı; «Namaz kılın!» buyuruyor?

İşte bizimle o büyük imamlar arasındaki fark: Biz bir hâdise üzerinden hemen hüküm vermeye kalkarız. Onların zihni ise, o meseleyi bir bilgisayar gibi işler, Kur’ân-ı Kerîm’i defalarca gözden geçirirler. Ondan sonra bir hüküm çıkarırlar.

İkinci rivâyetteki; «Çocuklarınıza emredin!» sözü aslında babalara emirdir. Çünkü çocuklar mükellef değiller, adı üstünde çocuk. Fakat bu söz; babaların, çocuklarıyla ilgilenmeleri gerektiğine dair Peygamber Efendimiz’in emridir.

Bir önceki hâdiseye bakarak birtakım âlimlerimiz demişlerdir ki:

“Yanlış boşama, sünnete aykırı / bid‘at olan boşama geçersizdir.”

Ebû Hanîfe Hazretleri de buyurmuş ki:

“Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, geçersiz olan bir fiili, niye geri almasını emretsin? Eğer bir fiilden dönüş istenmiş ise, demek ki geçerli olmuştur. Zira geçersiz bir şeyin geri dönüşü olmaz.”

Şimdi;

Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu hadîsinin üzerinden; Peygamber Efendimiz’in sözünü esas alan ve; «Yanlış boşama da olsa boşama boşamadır.» diyen Ebû Hanîfe’ye bu hadisle amel etmedi, denilebilir mi? Denilemez. Zira, Peygamberimiz’in, yanlış boşamaları geçerli saydığına dair birçok sahih rivâyet vardır.

Aksine; «Bu hadîsi farklı anlamış, farklı yorumlamış ve bununla amel etmiştir.» denilir.

Belki bize ağır gelebilir ama şunu söylemek lâzım:

“Biz bir sözü anlamadık diye, Ebû Hanîfe de anlamayacak demek değildir.”

Bizimle onlar arasındaki fark, onların bu uğurda gecelerini gündüzlerine katarak çalışmalarıdır.

Ebû Hanîfe Hazretleri rivâyete göre, 40 yıl yatsı abdesti ile sabah namazı kılmış bir insandır. Yani gece uyumamış bir insan. Mümkün mü? Evet, bir insanın gece uyumaması mümkün. Bugün Japonya’da aşırı yorgunluktan ve uykusuzluktan her sene yüzlerce insan ölüyor. Toplantıda, metroda uyuyan birine; «Niye uyuyorsun?» diye kimse ayıplayarak bakmıyor. Adam çalışmış, yorgun düşmüş deniyor.

O âlimlerimizin hayatında; yatağını sereceksin, çarşafını açacaksın, yastığın olacak, kılıfını geçireceksin, merasimle gerçekleşecek bir hâdise değil uyku. Uykun geldiğinde zaten gözlerin otomatik olarak kapanır. Oturduğun yerde 5 dakika gözün kapanmış; 5 dakika sonra kendine gelirsin, kaldığın yerden devam edersin. Zaten o dalma da abdestini bozmaz. O insanların uykusu böyle olmuş.

Şimdi saatlerce uyuyacaksın, ondan sonra da kalkıp;

«–Ebû Hanîfe bu hadîsi bilmiyor, bununla amel etmedi, böyle imamlık olur mu?» diyeceksin. Bunu yapmak bu insanların en azından gayretine saygısızlık olmaz mı?

«Niye bu hadisle amel etmedi gözüküyor.» diye bunun üzerinde duralım, soralım, soruşturalım. “Ben bu hadisle Ebû Hanîfe amel etmedi diye düşünüyorum ama acaba ben mi yanılıyorum?” diye kendimizi sorgulayalım.

Elbette o zaman Cenâb-ı Allah bizim önümüze büyük ufuklar açar.

Çünkü ilim yolunda en önemli husus; hüsn-i sual, soruyu düzgün sormak; yani üzüm yemeye niyetlenmek, bağcıyı dövmeye değil.

Hadisler ve mezhep görüşleri birbiriyle tenâkuz hâlinde olamaz. Zira bunlar iki ayrı kategoridir. Hadisler, deliller ve malzemeler sınıfındandır. Fıkıh görüşleri ise, hükümler sınıfından…

Esasında birbiriyle teâruz eden, yani îzah edilmesi gereken deliller vardır. Bunun tabiî neticesi olarak da, birbirinden farklı fıkhî görüşler ortaya çıkar. Bu farklılık da aslında ümmet için bir rahmet vesilesidir, bir zenginliktir.

Cenâb-ı Allah; dînini düzgün anlamayı, anlatabilmeyi, ihlâsla amel edebilmeyi ve müslüman olarak göçebilmeyi hepimize nasip etsin.

___________________________

* Hanefî Mezhebi’nde; Bedrüddîn Aynî’nin Buhârî şerhi, Umdetü’l-Kārî’si ve İmam Zeylaî’nin Nasbü’r-râye li-tahrîci ehâdîsi’l-Hidâye gibi eserler, bu sahada akla gelecek ilk eserlerdir.