«ŞÂHİDİZ YÂ RAB!»

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

“«Hazır bulunmak, haber vermek, bilmek, gözlemek, görmek» anlamlarındaki şahâdet kökünden türeyen şâhit, fıkıh terimi olarak bir olaya veya duruma tanık olan veya tanıklık eden kişiyi ifade eder.”
(TDV İslâm Ansiklopedisi)

Şâhitlik etmeye geldiğimiz bu dünyada;

“Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna ŞÂHİDİZ YÂ RAB! Tüm kötülüklerden/şeytandan/nefsimizden Sana sığınıyoruz. Sen’den yardım diliyoruz. Rahmân ve Rahîm olan adın ile başlıyoruz. Dünya hayatımızda; kederin elemini, mutluluğun huzurunu hissettiğimiz zamanlar oluyor. Lâkin nimete şükür, belâya sabır konusunda yetersiz kaldık. Bütün tecellîlerini gönül rızâsı ile kabul ederek teslim olamadık. Özümüzdeki cevheri ortaya çıkaramadık.

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

Kişinin ahlâkı, belâya uğradığında ve nimete kavuştuğunda belli olur. Çünkü nimete şükür; nimeti Allah yolunda sarf etmektir. Belâya sabır ise; belâya uğradığında Allâh’a tam bir gönül huzuru ile teslim olabilmektir. Allah yolunda ne kadar verebildik? Allâh’a ne kadar teslim olabildik?

İslâm dîninin birinci şartı olan tanıklığımızı yapıyoruz; Ümmete dâhil olduğumuz kelime-i şahâdetin gereği olan bazı hakları aldık, bazı sorumlulukları yüklendik. Haklar bizi mutlu ederken, sorumluluk duygusu ağır geldi.

Allah nimeti verir, şükrünü ister, sonra imtihan eder. Şerîati îfâ konusunda sabrı emreder. Şahâdetimizin dâimî koruyucusu, kollayıcısı ve direği olan namaz konusunda da çok sabırlı davranamadık. Oysaki namaz, bizi nefsimizin kötülüğünden arındıracak olandı. «Başlangıçta sabredemeyen sonra sabrederse buna tesellî denir.» diyor Hak dostları.

“Hayat tesellî olmaktır. Herkesin tesellîsi ve huzuru farklı şekilde ve farklı şeyledir. Hayatın en alt rütbesi ve en aşağı derecesi dünya ile tesellî olup oyalanmaktır.” (Hâce Yûsuf Hemedânî)

Kelime-i şahâdet olmadan hiçbir amelimizin kabul ve makbul olmayacağına îmân ederek, kibri ile kovulan şeytanın şerrinden, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a sığınıyoruz. Dünyada ve âhirette eziyet edici olan nefsimizden, Allâh’ımıza sığınıyoruz.

Fayda vermeyen her iş, nefsin kötü sıfatları, eziyettir insana. Bir fincan sıcak çay, bir dilim ekmek var soframızda, bu bizi mutlu etmeye yetiyor. Lâkin kendi mutluluğumuz; aç kardeşlerimiz varken, ümmete dâhil olmanın yüklediği sorumlulukları da yerine getirmiş sayıyor mu? Allâh’ın âdâbı ile edeplenebildik mi? Farz olan emirlere tutunabildik mi?

“Şükretmek için çalışın! Kullarım içinde şükreden çok azdır.”
(es-Sebe, 13) diye bildiriyor âyet-i kerîme. Şâhitlik ediyoruz; verdiğin nimetlere çok şükür yâ Rabbî!

«BUNU HORASAN’IN KÖPEKLERİ DE YAPAR.»

İbrahim Bin Edhem Hazretleri; bir gün büyük velîlerden çağdaşı ve hemşehrisi Şakîk-i Belhî ile karşılaştı ve ona sordu:

–Ey Şakîk nasıl geçiniyorsun?

Şakîk-i Belhî cevap verdi:

–Bulunca yiyoruz, bulamayınca sabrediyoruz.

İbrahim Edhem;

“–Horasan’ın köpekleri de aynı şeyi yapıyorlar; bulunca yiyorlar, bulamayınca sabrediyorlar.” diye karşılık verdi.

Belhî sordu:

–Peki siz ne yapıyorsunuz?

–Biz bulunca dağıtıyoruz, bulamayınca sabrediyoruz.

Îman; ancak söz, amel ve inanç hususunda uygun olmayan şeyleri terk etmek ve uygun olanları yapmakla kemâle erer. Uygun olmayanları terk etmeye devam etmek sabırdır. Uygun olanları yapmaya gayret etmek sabırdır.

Bunca teknoloji, ilim ve zenginliğe rağmen; dünyayı daha yaşanabilir hâle getiremedik. Açlıktan, savaştan, soğuktan, bakımsızlıktan, terk edilmişlikten ölen insanlar var.

«NEDEN ÇARESİZ KALIYORUZ BUNCA ELEMİN İÇİNDE?»

1969 yılı Ağustos ayında yahudi yerleşimciler Mescid-i Aksâ’yı yakma girişiminde bulunmuş, kıble mescidimiz ve Selâhaddin Eyyûbî tarafindan yaptırılan minber ciddî zarar görmüştü. Yangın ile ilgili Golda Meir’in gazetelere verdiği demeç bugünkü hâlimizi tarif etmeye yetiyor:

“O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannediyordum ki; müslümanlar dört bir taraftan İsrail’e girecekler. Lâkin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman idrak ettim ki: «Biz dilediğimizi yapabiliriz, zira müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.»”

Birleşmiş Milletler Teşkilâtı; «Dünyanın en mutlu insanları hangi ülkede yaşıyor?» diye bir araştırma yapmış. Kendi ülkemi ve İslâm coğrafyasına ait hiçbir ülkeyi, bu listede göremedim. Dünyanın en mutlu insanları, beş İskandinav ülkesinde yaşıyor. Bu ülkeler yine yapılan araştırmaya göre, dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkeler değil. Bu insanların mutluluk sebepleri, zengin bir ekonomiye sahip olmaları değil; güçlü sosyal devlet, huzur, güvenlik, sağlıklı hayat gibi kişinin günlük ihtiyaçlarının daha kolay sağlanması. Bu rahat ve konfora sahip olmayan ülkelerin insanları ise, mutsuzlar listesinde. Sosyal anlamda; devletlerin gücü, gereken değişiklikleri hemen yapmaya yetmiyor olabilir. Müslümanlar olarak, ekonomik sebeplerden dolayı mutsuz görünsek de, Rabbimiz ile olan gönül bağımız kuvvetlendikce daha huzurlu olabiliriz. Bu gönül bağını kuvvetlendirmek için de, yaşadıklarımızın imtihan olduğu şuuru ile âyet-i kerîmelere sarılmamız gerekiyor. Bakara Sûresi 153. âyet-i kerîmesinde Rabbimiz buyuruyor ki:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.”

Musîbet ânında kula bir sorumluluk düşer. Yaşadığımız imtihanlarda; bir sevap, bir hayır ve Allâh’ın dilediği birçok hikmetin bulunduğuna inanmamız gerekiyor. Peygamber Efendimiz yaşadığı her sıkıntılı durumda Allâh’a yönelmiş, namaz ile yardım istemiştir.

Hazret-i Huzeyfe şöyle diyor:

“Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem-, bir musîbet ve sıkıntıyla karşılaştığında hemen namaz kılmak için ayağa kalkardı.” (Ebû Dâvûd, Salât, 312; Nesaî, Mevâkît, 46)

Musîbetlerin; kişinin gönül dünyasını savuran, sarsıntıya uğratan özelliği vardır. Öyle ise; musîbetler karşısında bizim de namaz ve sabır ile sağlam durmamız gerekiyor. İmtihan vukû bulduğunda; feryâd ü figan etmeden Allâh’a yönelmek, musîbetlere rızâ göstermek; «Sahibimiz Allah’tır!» diyerek, Allâh’ın karşısında kul edebini takınmamız gerekmektedir. Kin yok, öfke yok, bedduâ yok, helâl olmayan bir yola başvurma yok.

Biz Allâh’a aitiz. O, istediği şekilde can mülkümüzde tasarruf eder. Amellerin en kötüsü, Allâh’ın takdirine rızâ gösterememektir. Mü’mine keder, elem yakışmaz. Çünkü mü’mine elem veren her şeyde bir sevap vardır. Bu gerçeğin idraki ile; «Sahibimiz Allah’tır!» diyoruz.

“Onlar; başlarına bir musîbet gelince; «Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.» derler.”
(el-Bakara, 156)

Yüzümüzü Allâh’a döndük. Döneceğimiz yer O’nun huzûru. Ölümden sonra kimsenin hüküm sahibi olamayacağı bir yer var. Orası; âhiret yurdu. Öldükten sonra dirileceğimize ve amellerimizin bizim yerimize vücut bularak şâhitlik edeceğine şüphemiz yok. İyi hâllerimiz de, kötü işlerimiz de o gün hesap yerinde, kitabımızda hazır bulunacak.

“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfâtını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (ez-Zilzâl, 7-8)

Allâh’ın rahmeti; cennet ve cennete götüren amelleri kuluna nasip etmesidir. Allah bu şekilde kendine çekmek istediği kulundan, arada perde olan ne varsa çıkarmasını ister. «Benimle baş başa kalmak istiyorsan, ağyârı çıkar aradan!» diyen Rabbe, kulun; «Peki!» demesi gerekir. «Ne istersen Ben’den iste!» diyor kuluna! Hak galiptir. Çünkü «Rabbin sıfatı rubûbiyet, kulun sıfatı ubûdiyettir.» Hak; Rab olarak kulunu sarar, tedavi eder. Rabbimiz’in Fecr Sûresi’nde buyurduğu hitabı işiterek son nefesi verebilmek arzumuz olmalı.

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön! (Sâdık) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-28-29-30)

Allah -celle celâlühû-’ya kendini; ameli, ibâdeti, zikri, fikri, şükrü ile sevdiren kul dünyada ve âhirette selâmet bulur. Hüdâyî Hazretleri’nin de mısralarında dile getirdiği gibi:

Günler gelip geçmektedir,
Kuşlar gibi uçmaktadır.
Ehl-i fesâdın yeri nâr,
Ehl-i salâh uçmaktadır.