rûhun gıdâsı; KUR’ÂN-I KERİM

B. Cahit ÖZDEMİRbcahit@hotmail.com

Bir gayeye mâtuf olarak kullanılan, faydalanılan, canlı ve cansız bütün nesnelerin, varlıkların verimlilikleri için onları tanıtan ve kullanılma tekniğini îzah eden yazılı metinlere ihtiyaç vardır ki; bunlara umumiyetle «kullanma tâlimâtı» denir. İlmin bir meşguliyet sahası da, bu tâlimatları en doğru ve uygulanabilir tarzda hazırlamaktır. Kullanma usûlüne uyulmayan veya dikkat edilmeyen malzemelerden beklenen verimlilik ve fayda elde edilemeyeceği gibi, aksine tam tersi neticelerle karşılaşılması da mukadder olabilecektir.

İnsan; nefha-i ilâhiyyeye mazhariyetle, en güzel kıvamda yaratılmış ve Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki halîfesi olmaya lâyık kılınmıştır. Bu ulvî vazife ile mütenasip olarak îcap eden bütün istîdatlarla teçhiz edilip, paha biçilemez değerde mükâfatlarla taltif buyurulmuştur. Bu vâkıayı, Ahmed Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri;

“Allah Teâlâ, kâinâtı insan için; insanı da kendisi için yaratmıştır.” diye açıklıyor. Nitekim gönül ehli de;

«İnsanın, Yaratıcı’sına değil de, kendisi için yaratılanlara teveccüh etmesindeki mânâsızlığa ve abesliğe» dikkat çeker. İnsana ihsan buyurulan makam öyle müstesnâ bir mevkîdir ki; ilk insan yaratıldığı zaman, meleklerin ona secde etmelerinin emir buyurulması da buna bir alâmettir. Sahip olduğu yüksek makama rağmen, gurura kapılan ve kibrine mağlûp olan iblis; bu ilâhî emre muhalefet ederek tard edilmiş ve hikmetine binâen insanın imtihanı başlamıştır.

Sahipsiz kalan bir nesnenin, heder olup gitmesi mukadderdir. Allah Teâlâ, yüce Zât’ına halîfe olarak yarattığı en muhteşem varlık olan insanı, kendi hâline bırakmamıştır. Bu hususla alâkalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (el-Kıyâme, 36) Bu disiplin, daha «Ezel Bezmi»nde başlamış; ruhlar âleminde insandan Rabbine bağlılık ikrârı alınmıştır. (el-A‘râf, 172) İlâhî murâkabe o kadar ihâtalıdır ki; Kur’ân-ı Kerim’de bu husus;

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) ve;

“…Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16) beyânıyla îkaz buyurulur.

Ulvî bir dâvâ ile mükellef kılınan insanın, bu vazifeyi yürütebilmesi ve bu hârikulâde varlığın heder olmayıp, iki cihan saâdetine ulaşabilmesi için takip edeceği istikamet de kendisine lutfedilmiştir. Bu cümleden olarak; inzal buyurulan ilâhî beyanlar ve onları, «en güzel örnek» vasfında insanlara bizzat yaşayarak tebliğ eden peygamberân-ı izâm -aleyhimüsselâm- hazerâtı; bu mukaddes yolculuğu tamamına erdirmek için, ufukları aydınlatan ilâhî bir ihsandır. İnsanın; yaratılış hikmeti çerçevesinde yaşaması, mükellef kılındığı vecîbeleri yerine getirmesi, âhiretin tarlası hükmündeki dünya imtihanını başararak iki cihan saâdetini kazanması, bu ilâhî rehberi takip etmekle mümkündür. Aksi takdirde; ihsan buyurulan bütün imkân ve nimetlere rağmen, hüsran girdaplarında heder olup gitmek mukadderdir. Hakikat şudur ki; insan, tercihi kendi iradesine bırakılan farklı istikametlerin ayrımında hayata başlar. Ya aklını ve iradesini kullanıp, ilâhî beyan ve elçilerin gösterdikleri yolu takip ederek en yüce makama; «âlâ-yı illiyyîn»e yükselir veya o saâdet yolundan sapıp nefsine râm olarak, en aşağı derekelere; «esfel-i sâfilîn»e yuvarlanır. Bu hususla alâkalı olarak ilâhî kelâmda şöyle buyurulur:

“(Rasûlüm!) Şüphesiz, Biz bu kitâbı sana, insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin.” (ez-Zümer, 41)

Dört büyük semâvî kitâbın da içinde bulunduğu ilâhî beyanların, bir tanesi hâriç hepsi ya kaybolmuş veya çeşitli sâiklerle tahrif edilerek asliyetini kaybetmiştir. Sadece Kur’ân-ı Kerim’dir ki, bir harfi bile değişmeden zamanımıza kadar ulaşmıştır. Fitne ve fesat mihraklarının bütün gayretlerine rağmen, son ilâhî kitâbın aynen muhafaza edilebilmesinin sırrı şöyle ifade buyurulur:

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) Biz indirdik Biz. O’nun koruyucusu da elbette Biziz.” (el-Hicr, 9) İndirilen bu son din hakkında da;

“Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.” (et-Tevbe, 32) ifadesiyle îkaz buyurulur.

Kur’ân-ı Kerim; îtikādî, ahlâkî, ibâdet ve muâmelâta dair amelî hükümleri vaz eden; Allah Teâlâ’ya itaat ve yaratılanlara şefkatle mükellef olan insana, kendisini ve yüklendiği ulvî dâvâyı tanıtan bir hikmetler dîvânıdır. Bu ilâhî beyanla, maddesi ve mânâsıyla bir başka hikmetler manzûmesi olan bu muhteşem varlığa; bir gönül için yaratılan iki cihan, sonsuz boyutuyla bir esrar deryâsı olan kâinat, ibretâmiz kıssalar çerçevesinde;

“Akletmez misiniz; ibret almaz mısınız; düşünmez misiniz?..” gibi şiddetli îkazlarla, îman selâmetine çıkaracak bir tefekkür derinliği kazandırılır. Ashâb-ı kiram hazerâtı, Kur’ân-ı Kerîm’in o ulvî muhtevâsından en iyi seviyede istifâde edebilmek için; her inen âyet-i kerîmeyi teker teker temessül edip, hayatlarına aktardıktan sonra yenisine geçerlerdi. Bu münasebetle, bir kısım sahâbe; nöbetleşe olarak Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûrunda bulunurlar, bilâhare öğrendiklerini birbirlerine aktarırlardı. Hanım sahabîler de, her gün yeni bir âyet olup olmadığını, Allah Rasûlü’nden neler öğrenildiğini sorarak bu fazîlet yarışından geri kalmazlardı. İbn-i Abbâs Hazretleri’nin;

“Devemin yularını kaybetsem Kur’ân’da ararım!” sözü, o mübârek zevâtın, Kur’ân-ı Kerim ile hemhâl oluşlarına bariz bir misaldir.

Kur’ân-ı Kerim; ilâhî kelâm olması hasebiyle, nev-i şahsına münhasır bir câzibeyi hâizdir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tebliğe başlamasından itibaren; en başta kibirleri sebebiyle ona düşman kesilen müşrikler gürûhu bile, âyetleri dinledikçe hayranlıklarını ifadeden imtinâ edememişlerdir. Hattâ; edebiyatta söz sahibi olan o devrin müşriklerinin, düşmanlıklarına rağmen, gizli gizli Kur’ân dinlerken birbirlerini yakaladıkları vâkîdir. Bu mûcize; katı kalpli Ömer’i, gözü yaşlı Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’e çevirmiştir.

Malûm olduğu üzere;

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in canına kast etmek niyeti ile yola çıkan Ömer bin Hattâb; kız kardeşi ile eniştesinin müslüman olduklarını duyunca, önce onları öldürmeye karar verir. Ancak; evlerine vardığında, eniştesinin okuduğu âyet-i kerîmeleri duyunca, katı kalbi yumuşayıp bu rahmet esintisi ile dirilir; İslâm’a döner. Nitekim; zamanımızda da hidâyete eren birçok kişinin hâtıralarında, bir vesile ile işittiği Kur’ân âyetleri sayesinde dünyalarının değiştiği kaydedilir.

Kur’ân-ı Kerim’de, bu ilâhî kelâmın rehber olması hususunda şöyle buyurulur:

“Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allâh’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (el-Bakara, 2-3)

Ulemâ; asırlardır insanlığın ufkunu, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in «en güzel örnek»liğindeki bu hidâyet nûru ile aydınlatma gayretinde. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, rûhâniyetin ilâhî kelâma ihtiyacı ile alâkalı olarak şöyle buyurur:

“…Allâh’ım Sana ait olan isimlerinle Sen’den istiyorum. Kur’ân’ı kalbimin hayatı/baharı, gözlerimin nûru, üzüntümün cilâsı, tasamın şifâsı yapmanı istiyorum.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 391)

Yine bir hadîs-i şerifte, ilâhî kitâbın bereket ve feyzi hakkında;

“Bir cemaat Allâh’ın evlerinden bir evde toplanır, Allâh’ın kitâbını okur ve aralarında müzâkere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teâlâ da, o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar.” (Riyâzü’s-Sâlihîn, c. 5, s. 154) buyurulur.

Kur’ân; ruhlara gıdâdır, şifâdır. İçinde bulunduğumuz rahmet iklimi, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi için bu mübârek kaynağın feyz ve bereketinden en güzel şekilde istifade etme mevsimidir.