NESİL ENDİŞESİ

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

«Şehbal Gençlik Merkezi»nde yapılacak olan «Nesil Endişesi» isimli kitabın okuma programını sosyal medyada görmüş, konuya ilgimden dolayı merak etmiştim. “Bu, yeni bir mevzu değil; sizi ilgilendiren yönü ne oldu?” diye soranlar olabilir. Cevabım kısa:

“–Evlâtlarımı, Allah ve Rasûlü’nün arzu ettiği şekilde yetiştirebilmek.”

İslâm dâvâsı, samimî ve ihlâslı mü’minlerin omuzlarında yükselir. Dâvâyı yüklenecek hasletlere sahip nesli yetiştirmek, zor ve önemli bir vazife. Allâh’ın emâneti evlâtlarıma kazandırmaya çalıştığım hasletler var. Lâkin nefesim kesildi. Bilgilerim, bu ulvî görevi yerine getirmede yetersiz kaldı. Gönül dünyamda fırtınalar kopuyordu.

«Nesil Endişesi» isimli kitabın okuma programına, derdime çare bulabilmek için katılmak istedim. Kitaplar iyi ki var! İnsanoğlu birbirinin gönlüne kelimelerle dokunabiliyor.

Daha çok kazanma, daha çok tüketme hırsının gözümüzü bürüdüğü bir hayatımız var. Ejderha gibi bizi yutmaya hazır dünyada, şuursuzca sürükleniyoruz. Bundan kurtulmanın yolu; Peygamber Efendimiz’in de buyurduğu gibi, ilim meclisleri ve sâlihlerle beraber olmak. Bu yüzden, içinde tevhid nûrunun yeşerdiği sâliha hanımların ilim meclisinde bulunmak gerekiyor.

Okuma grubunda neler anlatılacağını merakla beklerken; kitabı tanıtan-okuyan hanım, Anadolu kadınının irfânıyla, yanımdaki hanıma bir soru yöneltti:

“–Bu okuma programına neden katıldınız?”

Cevabı netti:

“–Derdim var!”

Bu cevap ile derin bir mevzuya doğru yol almaya başladık. Konu mühim, mevzu derin. Sorular birbiri ardına gelmeye başladı:

“–Derdiniz nedir?”

“–«Biz Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e; hoşumuza giden-gitmeyen, acı-tatlı, iyi-kötü günde, zorluk ve rahatlıkta… itaat etmek ve ne durumda olursak olalım, Allah uğrunda hiç kimsenin kınamasından, baskısından korkmadan-çekinmeden, hakkı dile getirmek üzere bey‘at ettik.»* diyen Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh- gibi bir evlât yetiştirebilmeyi arzu ediyordum.” dedi ve hikâyesini anlatmaya başladı:

“–Biz hayatımızın baharında, çok genç yaşta anne-baba olduk. «Dünyalık rızkımızı helâlinden temin edelim.» derken, ilk evlâdımızı önce ailelerimizin desteği ile büyüttük. Sonra da kreş ve okul ile eğitimini tamamlamaya çalıştık. Lâkin sonuçta; evlâdımızı dünya için tedârikli hâle getirirken, âhiret için sınıfta kalmanın eşiğine geldik. Evlâdıma iyi bir eğitim ve daha rahat bir ortam sunabilmek için; uzun yıllar, eğitimini aldığım mesleği îfâ ettim. Evlâdıma maddî anlamda iyi şartları sunduğumda, iyi bir anne olabileceğimi hayal ettim. Çocuğum ile ilgilenmem gereken vakitlerde ben işte, evlâdım ise; önce aile büyüklerimizin yanında, sonra da kendi düşünce dünyamıza yakın okullarda idi. Bir araya geldiğimizde, ikimiz de yorgun ve bitkindik. Ayrıca çalışan her anne gibi; akşam vakitlerinde, ev mesaim başlıyordu. Ben ikinci mesaide iken, çocuğum televizyon ya da bilgisayar karşısında uyumuş oluyordu.

Yıllar akarken, ikinci evlâdım dünyaya geldi. Ben yine aynı endişelerle çalışmaya devam ettim. İkinci evlâdımız da bu minval üzere yetişti. Fransız psikolog Dr. Spitz’in yaptığı bir araştırmayı okuduğumda, yeni doğan bir bebeğin terk edilme duygusunu nasıl yaşadığını öğrendim. Anneden çeşitli sebeplerle, doğumdan hemen sonra tamamen ayrılan çocuklar; anne yerini alacak bir kadın bulunmadığı zaman rûhî çöküntü yaşamaktadır. Fransız psikolog yaptığı bir araştırmada şu enteresan bulgulara ulaşmış:

Bir ay müddetle anneden ayrı kalan bebekler; kendisine sevgi ve ilgi gösteren her kadına sarılmakta, bırakmak istememektedir. Annenin yerini alacak bir kadın ile karşılaşırsa, onu anne olarak benimsiyor. Bu ihtiyacı karşılanmazsa huzursuzca ağlıyor, mızmızlanıyor.

İkinci ayda içine kapanmaya başlıyor, ilgi bile gösterilse kaçıyor. Korku belirtileri ve ağlama çoğalıyor. Yatıştırmak ve memnun etmek güçleşiyor.

Anneden ayrı kalış üç ayı geçerse bebek «yas tutma» dönemine giriyor. Tamamen içine kapanıyor. Derin bir sessizliğe gömülüyor. Yanına yaklaşan kişilere karşı duyarsız kalıyor, dış dünyaya kendini kapatıyor.

Dördüncü aydan sonra durum daha da vahimleşir. Yüz ifadesi donuklaşır. Ağlamaz, yardımına gelene ilgisiz kalır. Kısaca soyut bir hâle gelir.

Doğum sonrası hukukî iznimi kullandıktan sonra, tekrar çalışma hayatına döndüm. Hemen her ailede olduğu gibi, çocuğumuzun yetiştirilmesinde aile büyükleri ile çatışmalar yaşıyorduk; «İstersen kendin büyüt!» dendiğinde, mazeretim hazırdı; «Ona daha iyi bir gelecek sağlayabilmek için çalışıyorum.» Hayat şartları malûm, ihtiyaçların karşılanması gerekiyor. Eskiler; «El kadar sabî» der. El kadar sabî; çalışmak için çıktığım her gün, ben farkında bile olmadan; «tamamen olmasa bile, terk edilme duygusu»nu yaşamıştı. Bunu idrak ettiğimde, evlâdımın kalbine o tohum atılmıştı bile. Güven duygusuna en çok ihtiyacı olduğu dönemde, ben onu bu duygudan mahrum bırakmıştım. Zaman zaman bu duygunun dışa vurumu, güven problemi yaşıyordu.

Bu arada ilk evlâdım üniversiteye başlamıştı. Bir sohbetimizde, karşımdaki genç beyefendi; «Rabbine kulluk istikameti üzere bir hayatın kendine uzak olduğunu» ifade etti. Daha önceki sohbetlerimizde bu cümleleri hiç kullanmamıştı. Cemiyette muhafazakâr olarak bilinen okullarda yetişmişti. Akademik anlamda iyi bir eğitim alıyordu. Din eğitimi konusunda bilgileri tamdı. Ben nerede hata yapmıştım?”

Bu ve benzeri feryatları sıklıkla duyar olduk; «Biz nerede hata yapıyoruz?»

Din eğitiminden gaye; evlâda Allah ve Rasûlü’ne olan sevgiyi kazandırabilmektir. Bu sevgi ile, doğru düşünme ve davranma özelliği gelişir. Evlâtlarımızın iki cihan saâdeti için gereken çabamız, Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında olmalıdır. Bu görevi, anne-baba olarak, bizler yapabilme gayretinde olmalıyız. Bizim din eğitiminden anladığımız ise, ruh ve duygudan mahrum, didaktik bilgiler olmaktan öteye geçmiyor. «Biz nerede hata yaptık?» sorusuna verebildiğimiz ilk cevap:

“–Ruhsuz, duygusuz, mekânik bilgilerle bir din eğitimi vermeye çalışıyoruz.”

Hanımlar artık daha çok çalışma hayatında yer almaya başladı. Kadın ve erkek mahremiyetinin korunamadığı ortamlar çoğaldı. Kadın, ailesinin geçiminden mes’ul tutulmamıştır. Bu kadar yük, kadınların nâzik ve zarif omuzlarına bırakılmamalı. Bu yükü taşıyan kadınların, ruh ve gönül dünyası ciddî anlamda yara almaktadır. Kadın-erkek mahremiyetinin kalktığı ortamlar, ilk dejenerasyonu anne ve babada yapmaktadır. (İmkân ve şartlara göre, fıtratına uygun hizmetler elbette yapılabilir.) «Biz nerede hata yaptık?» sorusuna diğer bir cevabımız da; kadın-erkek ruh ve gönül dünyasındaki İslâmî ölçülerin yıpratılmış olmasıdır.

Nisâ Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesi;

“Erkekler, kadınlar üzerine kavvâmdır.” diye başlıyor. Kavvâm; yönetici, koruyucu demektir.

“Kavvâmlar! Vedâ Hutbesi’nde Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi; «Kadınlar size Allâh’ın emânetidir!» Emânetlerinizin, evlâtlarınıza iki dünya saâdetini kazandıracak dînî eğitimi, ahlâkî terbiyeyi vermesi için, çalışma hayatının ve ev hayatının ağır yükünü, bu zarif omuzlara bırakmayın!”

Yetiştirilmeleri ve din eğitimleri konusunda başkasına havale ettiğimiz evlâtlar; bizim dünya-âhiret göz aydınlığımız değil, hüznümüz olacaktır. Selim ve temiz fıtratlı evlâtlarımızı; hak dâvânın yükselmesi için yetiştiremezsek, sadece kendi evlâdımızı değil, neslimizi, dâvâmızı da kaybederiz.

«Nesil Endişesi» isimli cüssesi küçük lâkin muhtevâsı oldukça geniş ve ağır eserden beni etkileyen birkaç paragrafı paylaşmak isterim:

“Çocuklarımızı kim şekillendiriyor? Hangi anlayışla ve kimin arzusu istikametinde bir terbiyeden geçiyorlar? Çocuklarımızın gönüllerinde, ideallerinde, hedeflerinde hangi misaller, hangi şahsiyetler var?

«Çocuklarımızı kim şekillendiriyor?» Eğer bu suâlin cevabı, hakikî ve samimî bir şekilde; «Biz» olmazsa; tabiat gibi evlâtlarımızın gönlü de boşluk kabul etmeyecek ve «bizim» yerimizi ağyâr yani yabancılar alacaktır.

Kıtaların, iklimlerin ve beldelerin birer birer elden çıkması; aslında idrak edebilenler için, nesillerin elden çıkmakta olduğunun emâresiydi.” (Osman Nûri TOPBAŞ)

Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

“Rahmân’ın kulları; «Rabbimiz! Bizlere, yüzümüzü ağartacak, göz nûrumuz olacak eşler ve çocuklar; nesiller nasip eyle! Bizleri takvâ sahiplerine önder kıl!» derler.” (el-Furkān, 25/74)

“İşte annem, benim için duâ eder; «Cümle ümmet-i Muhammed’in çocukları…» diye de eklerdi. Ben, yerimi annemden öğrendim.” (İsmet ÖZEL)

Ümmetin evlâtları içimizi yakıyor. Din, ırz, vatan ve dâvâ şuuru ile bayrağı devredeceğimiz nesli yetiştiremiyoruz. «Aman kızım oku da paranı kendin kazan!», «Aman oğlum geçim zor, çalışan hanım al!» diyen anneler çoğalıyor. Aile hayatı, daha kurulurken yara alıyor. Dünya mülkü fânîdir. Her fânî de, mülkü dünyada bırakarak âhirete göç eder. Kıymeti ne olursa olsun; fânî olan için, bâkî âhiret hayatını fedâ etmek, câhillerin işidir. «Aman Allah ve Rasûlü’ne ittibâ eden eş al!» diyen irfan sahibi annelerimiz azalıyor. İçinde Allâh’ın anıldığı, îman nûru ile dolu evlerin nimet olduğu gerçeği unutuluyor. Ashâbın eşleri gibi; «Bize helâlinden getir!» diyen hanımlar artık parmakla sayılıyor. Asıl saâdetin aile ve ümmet olarak cennette bir araya gelişle kemal bulacağı gerçeği, tatlı bir hâtıra olarak mâzîde kaldı.

Biz nerede hata yaptık ki neslimizde yangın var? Sâlih Baba’nın da dile getirdiği gibi:

Yetiş ey keştibânım büsbütün deryâda yangın var.
Değil deryâ yalnız, cümle hep sahrâda yangın var.

______________________________________

* Bu bey‘at , İkinci Akabe buluşması sırasında yapılmıştır. Sahîh-i Buhârî, Ahkâm (Umdetü’l-Kārî, 20/162)