KÂBE’NİN KAPISINDA…

Halil KAŞIKÇI

Allah Teâlâ, İbrahim Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesinde;

“Size verdiğim nimetleri saymaya kalksanız sayamazsınız.” buyuruyor.

İmtihan dünyasının, yani âhiretin dershânesi olan bu fânî âlemde hazırlığın başında bize verilen nimetlerin nasıl değerlendirildiği elbet sorulacak:

-Ömrünü nerede, nasıl geçirdin?

-Servetini nerede, nasıl harcadın?

-İlmini nerede, nasıl kullandın?

Bunlar, ilk önce muhatap olacağımız sorulardır. Bu suallere yüz akı ile cevap vermenin hazırlığı, dünyada bize verilen ömür kadardır.

Allah -celle celâlühû-, bizi yaratırken nefis ile birlikte yaratmıştır. Nefis, bâtıl ile hakkı ayıran bir perdedir. Akıl ve irade bu perdeyi aralamanın anahtarıdır.

Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi, Musa da Firavun da kalbimizdedir. Akıl ve irade bizi Musa’ya yaklaştırırsa; ebedî âlemde kitabımızı sağ elimizden alır, mîzanda sevap tartımız ağır gelir, Sırât’tan da şimşek gibi geçeriz inşâallah.

Bütün bunların zemini bu âlemdir. Ömrümüzü yaşarken; «lâ ilâhe» diyerek, sahte ilâhları kalpten atmak; «İllâllâh»ı kalbe indirmek ve nakşetmek lâzımdır. Bu hayat düsturumuz, hayat gayemiz ve hedefimiz olmalıdır. Fânî hayatın gelgitleri bizi etkilememelidir.

Bu hakikate tam bir misal olur mu bilemem ama bir hâtıramı paylaşmak isterim:

Son hac seferimizde bir oda arkadaşımız vardı. Ondan hayat hikâyesini dinledim. Bu ibretlik hayatta, kalpteki îman pırıltısının nerede ve ne zaman dışa vurup parlayacağını, o kişide şimşekler çaktıracağını, geç kalmanın, bilememenin ezikliğini, tutuşan ve yanan kalbin dışa vuran tezâhürünü gördüm.

Bu kardeşimizi daha evvel tanımış değildim. Odamızda dört kişi kalıyoruz, ikisi ile Erenköy’den samimî olmasak da bir tanışıklığımız var. Fakat bu arkadaş üçümüze de yabancı. Bu yolda acemî olduğu belli, bir nevî yalnız. Kendi hâlinde; bize namazda, tavafta ve ziyaretlerde -teklifimize rağmen- katılmayan, hâlâ kendi âleminde yaşayan bir tavır içinde. Birkaç defa gerek bize, gerekse kafile başkanımıza olumlu cevap vermeyince fazla ısrarcı olmadık. Ben; biraz daha yakın ve samimî duruyorum, izin verdiği kadarı ile yardım etmeye çalışıyorum. Grupta en çok konuştuğu kişi de benim. Günlerimiz bu şekilde geçiyor…

Arefe günü yaklaştı, bizde Arafat hazırlığının heyecanı ve telâşı başladı. Yiyeceklerimiz, su gibi ihtiyaçlarımızın temini, çadırlarımızın yeri ve numarası, Müzdelife ve Mina yolculuğu vs. Fakat arkadaşımızda bu telâş ve hazırlıklardan hiçbir eser ve gayret yok. Ancak olmazsa olmazlarda ısrarcı olup, yapması gereken şeyleri söylüyoruz.

Arafat’a çıkacağız, ihramları giyindik, arkadaşımız;

“–Ben elbise ile gitsem olmaz mı?” havalarında. Ama mecburiyetini anlatınca, kabul etti. Hocaefendi;

“–Duâ edip, Arafat için niyet edeceğiz!” diyor. Arkadaşın ayağında çorap ve ayakkabılar var. Israrla illâ;

“–Ben böyle gideceğim!” diyor. Hocaefendinin de çabaları ile bir terlik bulduk, çorap ve ayakkabılarını çıkardı.

Grubun içine girince; o havaya alışıp yaşamaya başladı ve itirazsız bizlere dâhil oldu.

Arafat ve Müzdelife, oradan da Mina’daki vazifelerimiz bitti ve otellerimize döndük.

Arafat’a çıkmadan evvel, arkadaşımızın klimadan ötürü aldığı mikroplarla biraz ateşi ve kırgınlığı vardı. Vücut tâkati düşünce ve o kırgınlık, yorgunlukla birleşince, hastalığı arttı, ateşi yükseldi ve yatağa düştü. Eczacı olmamın verdiği tecrübe ve ilâç imkânları ile arkadaşın yanında kalıyor ve hizmet etmeye gayret ediyordum. Yemek, ilâç vs. İki günün sonunda biraz kendine gelir gibi oldu.

Bu kardeşimiz Mekke’ye geldiğinden beri, bir veya iki defa vakit namazı kılmaya Kâbe’ye gitti ve bir daha hiç gitmedi. Namazlarını odada veya yakın mescidlerde kıldı.

Zaman zaman haddimizi aşmadan yaptığımız tekliflerimize de olumlu cevap alamadık. Bu durum bizde bir merak uyandırdı. Baş başa kaldığımız bir zamanda; hem merakımızı gidermek hem de biraz faydalı olmak gayesi ile konuyu açmak istedim. Anladım ki kardeşimiz de gerek bu durumu îzah etmek, gerekse bu kanaati bizim üzerimizden almak için, anlatma ihtiyacı hissetmiş olacak ki başladı anlatmaya:

“–Ben hattat ve ressamım. Geçimimi böyle sağlıyorum. Hattatlık benim baba mesleğim. Babam, zamanın ünlü hattatları ile arkadaştı. Kadıköy’de bir pasajın içinde beraber çalışır, vakit geçirir hattâ bazen de demlenirlerdi. Hat için gelenlere bazen bunun karşılığı olarak yiyecek, içecek aldırırlar; onlar gelene kadar bir hat yazıp gönderirlerdi.

Ben bunları görerek yetiştim, sonra evlendim ve aile sorumluluğu omuzlarıma çöktü. Maalesef ben de içkiye müptelâ oldum. İçki beni o derece esir etti ki ellerim titremeye başladı ve fırça tutamaz oldum. Ama geçindirmeye mecbur olduğum bir ailem vardı. Çalışmaya ve resim yapmaya mecburdum. Fırça tutamadığım için resimlerimi fırçasız, parmak uçlarımla yapmaya başladım. Elim titrediği için resimlerde belirgin bir konu ve hat yoktu. Sanki yeni bir ekol gibi değerlendirildi. Kimse işin aslını bilmiyordu tabiî. Parmak uçlarım yara olunca parmaklarıma bez sardım öyle çalışıyordum. Derken basına konu oldu, gazetelere haber oldu. Röportaj için geldiler. Bu zamanlar içkiye devam ettim, fakat tedavi için doktor ve hastahâneye de başvurdum. Vücudum tâkatini yitirdiği için mecburen içkiyi bıraktım ama, tahribatı bende devam etti. Hayatımı bu şekilde sürdürdüm.

Allah, ailemden râzı olsun, onun ısrarı ve isteği üzerine hacca geldim. Eşimin fedâkârlığı ve sabrı, bana karşı olgunluğu karar vermemde çok tesir etti. Ona minnettarım…”

Bunlar, Mekke’de bir otel odasında 25-26 sene evvel anlatılanlardan bende kalan izler… Ben de kendimi anlattım, birbirimizi daha iyi anlamaya çalıştık, yakınlığımız daha da arttı. Vedâ tavafı yapmamız gerektiğini, bunun haccın vâciblerinden olduğunu söyledim. Eski itirazları yoktu. Daha kolay kabullendi ve beraber tavâfa girdik. Hiç konuşmadı. Kendi hâlindeydi. Ama rûhu ve bedeni orada değildi. Yedinci şavttan sonra duâ için ellerimizi kaldırdığımızda; kendisini Kâbe’nin örtüsüne âdeta yapışmış, hıçkırıklar hâlinde, ellerini semâda gördüm. Nasıl da yalvarıyor!.. Nasıl da duâ ediyor!.. Tevbede zirvedeydi sanki. Tamamen Allah ile beraber. Ben de sözün bittiği yerdeyim…

Bu hâl 10-15 dakika belki de daha fazla devam etti. Sonra tavaf namazını kıldık. Orada oturup vakit namazını bekledik. Bu zamanda birbirimiz ile hiç konuşmadık. Otelimize döndük, zaten ertesi gün de otelimizden ayrılacaktık.

Fakat bu kardeşimin Kâbe’deki hâli, duâsı, belki de tövbesi bilemiyorum beni çok etkiledi. Biraz cesaretlendim, dedim ki:

“–Sizden bana bir hâtıra kalsın, oradaki hâlet-i rûhiyenizle bana bir Kâbe resmi çizer misiniz?” dedim, kabul etmedi. Bu isteğimi birkaç kere tekrar etmeme rağmen kabul etmedi. Anladım ki, o hâlini kimse ile paylaşmak istemiyor. Maddî bir dünyalığın bunun karşılığı olamayacağını anladım. Ben de böyle bir ânın tespitinden mahrum kaldım. Allah -celle celâlühû- ondan râzı olsun. Tevbelerimizi kabul etsin inşâallah.

Hakikati anlamak, hidâyete ermek, kalbin râm olması, inanmak ve teslîmiyet bir kul için son noktadır. Îmân ile göçebilmek ve Allâh’ın sonsuz rahmetine ve merhametine kendimizi bırakmak…

Ne mutlu tevbe edip Allâh’a kul, Habîbine ümmet olanlara!..