Îman Selâmeti İçin; TEFEKKÜR DERİNLİĞİ

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsanı diğer canlılardan ayıran ve eşref-i mahlûkat vasfının nişânesi olan en önemli husus, ihsan buyurulan akıl nimetidir. Bu nimetledir ki; bir kul olarak, kendisine tahsis buyurulan «esfel-i sâfilîn» ile «âlâ-yı illiyyîn» arasında bir mevkî tutacaktır. Şayet bu nimetin îcâbını yerine getirmeyip, kendisinden beklenen mes’ûliyetlerden imtinâ ediyorsa, bu fârik vasfın imtiyazından mahrum kalarak, «belhüm edall» (hayvandan da aşağı) derekelere yuvarlanması mukadder olur.

İnsana bahşedilen akıl nimetinin en müşahhas neticesi «düşünmek» fiilidir. Batılı filozoflardan Descartes’ın bu hususu ifade sadedindeki meşhur sözü;

“Düşünüyorum; o hâlde varım.”dır. Ancak bu keyfiyet, asla Nasreddin Hoca’mızın meşhur fıkrasındaki hindinin düşünmesi gibi mütalâa edilmez. Bu; bir meselenin tetkiki için; «efrâdını câmî ağyârını mânî» bir çerçevede kafayı yorarak, hakikati aramak tarzında düşünülebilir. Tabiî bu gayret için, doğru bir fikrî zeminin tesbiti önemlidir. Aksi hâlde; ortaya konulan düşünce mahsûllerinin, hakikatler yerine, yanlışlıklar ve hattâ birtakım sapıklıklar olabileceği âşikârdır. Bu şekilde; fertleri ve cemiyetleri doğruya yönlendirme yerine, hüsran girdaplarına sevk ederek, sukût-i hayallerle meflûç hâle düşürmek, hem mâzîde hem de günümüzde müşâhede edilen hazin bir vâkıadır.

İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri, kendisine sû-i kast yapmaya niyet eden bir grup dehrî (inkârcı) ile münazara yapmak için sözleşirler. Mantık ilminde üstad olduğu bilinen İmam Hazretleri; dehrîlere;

“–Fırtınalı, köpürmüş bir denizde, kıymetli mallarla yüklü olan kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz?” diye sorar.

Muhatapları; «Böyle bir şeyin olamayacağını» söyleyince, İmâm-ı Âzam Hazretleri onlara şu iknâ edici karşılığı verir:

“–Hâli, şekli, işleri sürekli değişen, nizamını idrâkin mümkün olmadığı bu dünyanın ve kâinâtın; hâkimi, yaratıcısı ve sahibi olmadığına nasıl hükmedersiniz?”

Dehrîler, bu sual karşısında iknâ olup, tevbe etmekten başka bir çıkış yolu bulamazlar.

Şahsî kaygılardan berî olan, doğruyu bulma aşkı ile başlayan tefekkür vetîresinde, hakikat süzüle süzüle billûrlaşıp ortaya çıkar.

Meselâ İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin münazaralarda, her hâl ü kârda karşıdakine üstün gelme, onu yenme ihtirası yoktur. Sadece; muhatabı da haklı çıksa, gerçeğin ortaya konulması gayreti vardır. Hattâ, «ben»liğe muhalefet için, doğrunun karşıdaki şahıstan sâdır olması temennîsi bahis mevzuudur. Bu cümleden olarak; İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri; «Başkalarıyla münakaşa etmekten kaçınmasını» söylediği oğlunu; «Kendisinin; doğru, karşıdaki şahıstan da çıksa onu isteyeceğini; onun ise, buna râzı olamayabileceği» hususunda îkaz eder.

Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre, hakikate ulaştıracak zihnî ameliyenin çerçevesini şöyle terennüm eder:

Severim ben Sen’i, candan içeru,
Yolum vardır, bu erkândan içeru.

Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakikat meyvesi, andan içeru.

Beni bende demen, ben de değilim,
Bir ben vardır bende, benden içeru.

Sâlih kula düşen; tefekkür derinliği ile bu basamakları aşarak, hakikate ulaşma saâdetine ermektir. «Kelime-i Tevhid»; «Ezel Bezmi»nde verilen söze vefânın gereği olan tevhid akîdesinin ilânıdır. Kur’ân-ı Kerim’de, îmânın ikrar ve tasdiki zarureti ile alâkalı olarak;

“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allâh’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” (en-Nisâ, 48) buyurulur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bunun lüzumuna binâen şöyle buyurur:

“İlk söz olarak; çocuklarınıza, güzel bir şekilde; «Lâ ilâhe illâllah!» demeyi öğretiniz.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 398) Îmânın parlaması, taklidîliği aşıp tahkikî olmaya yükselmesiyle mümkündür. En üst seviyede tetkik ve tefekkürle, «hakka’l-yakîn» mertebesinde ulaşılan bir îman; kulu;

“Allâh’ın onlardan râzı olduğu, onların da Allah’tan râzı oldukları” (Bkz. el-Beyyine, 8) müjdesine lâyık hâle getirir. Bununla alâkalı olarak; «tasavvuf», bu saâdete vâsıl olabilmek için, ihsan kıvâmında kulluğu tâlim eden bir mekteptir.

Hakikat aşkı yerine; «yeni bir yaklaşım» zihniyeti, tarihselcilik anlayışı, ıslahat vehmi, şöhret iptilâsı, dünyevî makam ve mevkî ihtirası… gibi ihlâs ve samimiyet dışı niyetlerle, istikametten sapan çeşitli çıkmaz yollar ihdâs edilmiştir. İslâm ümmeti bugün; ılımlı İslâm, radikal İslâm, Kur’ân İslâm’ı, selefîlik, çeşitli içtimâî fikirlerle terkip edilen İslâmlar… gibi farklı ve hepsi de çeşitli istihbarat servislerinin murâkabesinde olan «İslâm» yaftalı hiziplerle, dayanışma ve birlikten mahrum bir kargaşa ve çatışma vasatına sürüklenmiştir. Ülkemizde, daha yakın bir zamanda vukû bulan; dış mihrakların yönlendirmesi istikametinde, cemiyeti zorla yeniden tanzim etme gayretleri ile bilinen mâhut 28 Şubat dönemi ve akîm kalan 15 Temmuz kanlı darbe teşebbüsü, bu cümleden vahim hâdiselerdir.

Mevlânâ Hazretleri, insanın müsbet veya menfî amelleriyle alâkalı olarak şöyle buyurur:

“Ey hak yolcusu, gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler. Bugün senin içinde yaşıyorlar. Senin varlığına gizlenmişler; senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar.” Bu tesbit meyânında, tabiî ki insan hangi tarafı seçiyorsa, amelleri de o istikamette ortaya çıkacaktır. Gönül tabipleri, dünyaya bakış tarzını şu şekilde tasnif ederler:

“Dünya; ehlullah için bir seyr-i bedâyî (ilâhî sanat hârikalarını seyredip, tefekkür etmek ve onlar vesilesiyle Allâh’ın yüceliğinin idrâki içinde yaşamak) iken; zıddına gafiller için ise yemek ve şehvettir.”

Îman selâmeti ile iki cihan saâdetini kazanmak, âhiretin tarlası hükmündeki dünyayı, ihsan buyurulan bir hiç hükmündeki ömürde hakkıyla tanıyıp, usûlünce değerlendirebilmekle mümkündür. Gölgesi üzerimize düşen mübârek «Üç Aylar»ın rahmet iklimi de, bunu tâlim için en güzel fırsattır.