EVRİM MİTOLOJİLERİ

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Her devirde müslümanlar bir çeşit îmân imtihanından geçiyorlar. Eski devirlerde İslâm âlimlerinin dehrî filozoflarla mücadele ettiğini bildiren menkıbeler vardır. Zamanımızda da inançsız (ateist) veya tarafsız (agnostik) yahut da semâvî dinlere olduğu gibi îmân etmeyip kendi aklıyla bir inanç türetenler (deist) var.

Bazıları da; «Deist veya modernistim.» demese de, güya bilimle dîni uzlaştıracağım diye, inanç esaslarımızı zamanın zihniyetine uydurma derdine düşüyor. Aslında biraz düşünülecek olursa müstakîm bir îmân olmadıktan sonra hepsinin aynı kapıya çıktığı görülebilir. Bunu meselâ evrim teorisi üzerine tartışmalar üzerinden îzâh etmek mümkün.

Son zamanlarda insanların Hazret-i Âdem ile Havvâ’dan çoğalıp yayıldığı şeklindeki inancımız üzerinde tartışmalar yaşandı. Televizyon programlarında akademik unvan sahibi bazı kişiler; bu zamanda evrimi kabul etmemenin imkânsız olduğunu da lâf arasına katarak, evrime inanmanın yaratıcıyı inkâr etmeyi gerektirmediğini, Allâh’ın tedrîcî bir şekilde yarattığına inanmakta bir sakınca olmadığını söylediler. Bunların videoları hâlen internette bulunuyor.

Bu mevzuda aceleyle konuşup yanlış bir şey söylememek için biraz araştırma yaptım. Aslında evrim hiç de öyle iddia edildiği gibi, inkâr edilmesi mümkün olmayan bir hakikat değil. Batılı bazı ilim adamları gayet ciddî bir şekilde evrimin bilimin bir konusu olamayacağını bile iddia ediyor. Çünkü bilimin bir iddiası vardır; der ki:

“–Ben îman ve teslîmiyet istemiyorum, ben iddialarımı ispatla kendimi mükellef tutuyorum.”

Hattâ bu, bilimin artık insanlığın asıl rehberi olması gerektiğini -yani dînin yerini alması gerektiğini- iddia edenlerin de bir argümanıdır.

“Artık insanlık inanmayacak, bilecek…”

Bu iddia ortaya atıldığından beri; insanoğlu, fezânın derinliklerine sayısız kameralar, uydular gönderdi. Atom altı parçacıkları incelemek için devâsâ araştırma merkezleri kurdu. Hâlâ da devam ediyor. Ama tam ufka ulaştığını zannettiği noktada karşısına yeni ufuklar çıkıyor.

Bütün bilgileri, verileri, formülleri yapay zekâya sahip bilgisayarlara yükleyerek her şeyi bilmek ve böylece her şeye hükmetmek istiyor. Ama önüne hiç beklemediği bulmacalar çıkmaya devam ediyor.

Elbette insanoğlu tabiatı inceleyecek, Allâh’ın yarattıklarında cârî olan kanunları öğrenmeye çalışacak. Ama bu ilim toplama usûlü, insana neden yaratıldığını bildirmez.

Hem din insanı îmân etmeye davet ediyorsa, karşılıksız değil; ebedî bir mükâfat va‘dediyor. Bilim ise maddî âlemdeki sebep sonuç münasebetlerini tespit etmekle ancak fânî menfaatler va‘dediyor. Biri diğerinin yerini tutacak şeyler değil.

Bunları bir yana bırakıp asıl konuya dönecek olursak, evrim teorisi bilimin kendini ispatla mükellef tutma prensibine uymuyor. Eğer evrimi kesin bir hakikat gibi sunan bir taraftara delil (ispat) sorsanız;

“–Bu dediklerimiz milyonlarca yıl önce oldu!” deyip geçiyor. Bu durumda evrim ne ispat edilebilir, ne de inkâr edilebilir bir iddia durumuna düşüyor.

Bu gerçek sebebiyle birçok ciddî bilim insanı; evrimin bilimin konusu olmadığını, felsefî bir yaklaşım olduğunu söylüyor. Ayrıca yine bir kısım bilim insanları da;

“–Bilimin işi bir şeyi kabul veya inkâr etmek değil, sebep sonuç mekanizmalarıyla açıklamaktır.” diyor. Yani:

“Evrim varsa niye var? Cansız madde niye canlı hücreleri ortaya çıkarmaya karar verdi(!) Tek hücreli bir canlı iken hayat çok daha basit olduğu hâlde neden çok hücreli, duygulu, şuurlu, ihtiyaç ve korkuları daha fazla olan canlıları meydana getirdi?”

Hattâ en temel soruyu soralım?

“Hayat neden şey ve hayat sıfatını taşıyan, yaşayan bu can denilen şey nedir? Cansız maddeler nasıl oluyor da canı ve canlılık faaliyetlerini ortaya koyabiliyor?”

Bu soruları sormak mı yoksa gayet kurnazca akılları bu sorulardan uzak tutmak mı daha tarafgir bir davranış?

Bir başka kurnazca davranışla ise; sanki evrimin kendisi çok iyi açıklanmış gibi, bütün bir insanlık tarihi ve birikimi de evrimle açıklanmaya kalkışılıyor. Hattâ din bile zamanla türemiş, evrimleşmiş bir beşerî vâkıa olarak sunuluyor.

Hâlbuki evrimin kesin bir açıklamasıymış gibi sunulan mutasyonun kendisi açıklanmaya muhtaç. Ama evrim iddiacısı kendisini hiçbir şeyi ispatlamakla mes’ul hissetmiyor. Büyük çoğunluğu hayal ürünü bir hikâye anlatıyor ve buna inanmayı bilime teslîmiyetin ölçüsü hâline getiriyor. Bu yönüyle evrime âdeta modern zaman paganizminin -yahut şirkinin- bir mitolojisi diyebiliriz.

Bir sosyal bilimler uzmanı demiş ki:

“–Mitolojiler yok olmaz, şekil değiştirir.”

Batıda; çizgi roman, film ve benzeri eserlerdeki süper kahramanlar, mutantlar, canavarlar gibi hayal ürünü unsurların, eski zaman mitolojilerinin devamı olduğunu ileri süren mütefekkirler var. Dikkat edilirse bu hayal ürünü hikâyeler, kendilerine gerçeklik süsü vermek için evrimi kullanıyorlar. Birtakım hâdiselerin de tetiklemesiyle bazı insanlar mutasyon geçirip süper güçler kazanmış türünden hikâyeler…

Ne yazık ki bunları bizim çocuklarımız da izliyor. İzlemelerine mâni olabilen ebeveynler varsa Allah râzı olsun, ama benim gibi engel olamayanlardansanız bari onlar hakkında konuşun, îkaz edin, şuurlandırın. Çünkü bunlar bir inanç dünyası inşâ ediyorlar.

Belki çocuklar bu süper güçlere filân inanmıyor ama şuur altlarına âdeta zamana dair bir inanç yerleştiriliyor.

Hani yazının başında «dehrîler» demiştik ya… Eski zamanlarda ateistlere dehrî deniyordu. Dehr zaman demek, yaratıcıyı inkâr eden kişiler bir nevî, zamana ilâhî bir güç vermiş oluyor. Çünkü; «Yaratıcı yok!» diyen kişi; «Zamanda öyle bir güç var ki, akıp geçmesiyle bu şeyleri olduruyor.» demiş oluyor.

Aslında zaman, zihinde bir varlık. Hareketin birbiri ardına gelmesiyle zihinde zaman diye bir varlık tasavvuru ortaya çıkıyor. Ama hareketi, hâdiseleri, o hâdiseyi yaşayan şeyleri bir yaratan-yöneten yok dediğiniz zaman, o hayâlî varlık sanki gizli bir güçmüş gibi tasavvur edilmiş oluyor.

Hem zamanda böyle bir gizli güç vehmedince, zamanın ilerlemesinin her şeyi sürekli ileri götürdüğünü de kabul ettirmek zor olmuyor. Fen ve teknik sahadaki bir kısım ilerlemeleri delil göstererek sanki eski çağlarda yaşayanlar her sahada geri kalmış da bugün insanlık her bakımdan ileri gidiyormuş gibi bir iddia zihinlere işleniyor.

Hattâ insanlık tarihindeki birçok medeniyet atlanıyor, insanlar mağarada yaşarken birden Eski Yunan, Roma ve Batı medeniyetiyle aydınlanıyor(!)

Hâlbuki dünya üzerinde, her devirde farklı topluluklar farklı seviyelerde yaşamışlardır. Bir kısım insanlar göçebeyken bir kısmı şehirler inşâ etmişlerdir. Mağaralarda ancak bazı avcılar, oduncular geçici konaklamış olabilir; onlar da elde ettikleri kürkleri, odunları vs. yerleşim yerlerine getirip satmışlar ve karşılığında erzak gibi şeyler almışlardır. İnsan gibi nârin bir canlının aile ve yerleşim yerleri kurmadan, ziraat, hayvancılık gibi üretimler yapmadan vahşî bir şekilde hayatta kalması kendi vücut yapısından beklenebilecek bir şey değildir. İnsan yavrusunun büyüyüp gelişmesi çok zaman almaktadır. İnsanın düzenli gıdâ, giyinme, barınma ve çeşitli yiyecekleri temiz ve taze olarak bulma gibi birçok ihtiyacı var. Meselâ birçok canlı tek çeşit gıdayla beslenirken, insan vücudu; birçok protein, vitamin ve minerali dışarıdan almak zorundadır. Bunu birçok akıllı ve ciddiyetle düşünüp taşınan bilim insanları söylemektedir.

Fakat evrim mitolojisini öttürüp duran ozanlar, bu gayet akıllıca soruları duymazdan gelir. Neden mi? Çünkü her mitoloji gibi, evrim mitolojisinin temelinde de «kavmiyetçi kibir» duygusu vardır.

Evrim, batılıların kendilerini diğer insanlardan üstün görmelerinin en temel dayanağıdır. Onlar; dünyayı kirleten, kaynakları tüketen, canlı nesillerini yok edip insanları ifsâd eden bir teknolojiden başka hiçbir sahada üstün olmadıkları hâlde, kendilerini en üstün görmektedirler. Çünkü zaman hep ilerlediğine göre, onlar en ileridirler(!)

Bu konuya -Allah nasip ederse- önümüzdeki sayıda devam etmek niyetindeyim. Son söz olarak; ister hararetli bir ateist olsun, ister ilgisiz bir agnostik veya kendi aklınca sentetik bir inanç üreten bir deist; Allâh’ın âlemlerin Rabbi olduğuna tam bir teslîmiyetle îmân etmeyen herkes, farkında olmasa da şirk içindedir.

Şirk sadece taştan oyulmuş puta tapmak değildir. Rubûbiyet sıfatlarından herhangi birini; yaratılmış varlıklara ait tasavvur ettiğiniz zaman, şirk içindesinizdir.

Kendi nefsine bir başıboşluk, özgürlük pâyesi çıkarabilmek nâmına; Allâh’ın rubûbiyet sıfatlarını O’ndan başka bir şeylere dağıtan herkes, aslında şirk koşmaktadır.