YABANCILAŞMA, KÜRESELLEŞME ve TAKLİT

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

Efendim, koca bir seneyi geride bıraktık. Ömür sermayemizden 365 gün daha eksildi. Ama nasıl eksildi? Geleceğimiz adına hayra mı şerre mi kanat çırpacağız? Kafası çalışan insan; geçmiş-gelecek hesabını sadece sene başlarında değil, hayatın her ânında yapmalı, yapabilme uyanıklığında olmalı. Yoksa «uydum kalabalığa» misali yaşanan hayatların âkıbeti, çok kısa bir sürede istenmeyen istikametlere kayabilir. Denizlerde seyreden gemilerin rotası meçhul olamaz. Yoksa ne olduğu belirsiz bir akıntıya kurban gidebilir.

Bu çağda dünyanın herhangi bir yerinde etkili olan bir hâdise, kitle iletişim vasıtalarının çeşitliliğinden dolayı hemen etrafa yayılıyor ve derhâl duyuluyor. Bir bakıyorsun; aynı hâdise veya benzerleri, başka memleketlerde de aynen gerçekleşiyor. Tabiî bu husus pek çok farklı alanlarda zuhur edebiliyor. Meselâ moda mefhumları, ahlâkî hassâsiyet eksiklikleri, insânî münasebetlerde zayıflama, şiddete tevessül, aldatmaca, fuhşun değişik boyutlarda kendini göstermesi ve ünlü markaların her yerde revaç bulması gibi…

Uzun süredir devam eden insanlardaki yenilik ve yenilenme merakı; onları, kendi değerlerini dışlayarak yeniye -farklı bir deyişle- yabancılaşmaya götürmüştür. İnsanlar;

“Başka ülkelerde tabiî görülen davranış biçimleri yahut hayat tarzları benim kültürüme ters, bunları ben nasıl benimserim?” demeli ama demiyor. Bu iş insanların şahsî ve ailevî hayatlarına, giyim-kuşam, yeme-içme şekline, neredeyse hayatın her alanına kadar yansıdı ve devam ediyor, biteceği de yok. Müslümanlar; kendi değerlerine uymayan yabancı kültüre göre gelişen bu davranış biçimlerini, hiç yadırgamadan alıyor, kabul ediyor ve kullanıyor. Ne oluyor böylece? Kişi -mü’min- kendine ve değerlerine yabancılaşıyor. Bunun bir üst basamağında artık «küresel değerler» topluma hâkim oluyor. Yani bizim olmayanları taklit eden insanlar; önce kendine, sonra değerlerine ve kültürüne yabancılaşıyor ve küresellik içinde bambaşka bir kişi oluyor, kayboluyor.

Küreselleşme insanların diline, dînine, inancına, kültürüne, değerlerine bakmıyor. Önüne kattığı insanları âdeta sürü psikolojisiyle kendi vardırmak istediği yere doğru sürüklüyor. Neticede şahsiyetler eziliyor, kişilerin hissî ve ahlâkî yönleri dikkate alınmıyor, insânî değerler hiçe sayılıyor. Dolayısıyla hayatı tamamen madde eksenli yaşayan âdeta madde insan, yani materyalist bir insan modeli ortaya çıkıyor. Derken; her şeyleri olmalarına rağmen bir türlü huzurlu olamayan, mutsuz hattâ ruhsuz insan tabloları ile karşı karşıya kalıyoruz. Sonra gelsin şizofren insanlar, madde bağımlıları ve intiharlar… İşte bu çağın hazin manzarası!

Bir de, her şey rutin yolundaymışçasına herkes yani müslümanlar dahî hıristiyanlar gibi «yılbaşı-noel eğlentisi» yaparak, çılgınca sabahlara kadar sene sonu-sene başı eğlencelerine katılıyorlar. Neyi hak ettiler ki? Veyl olsun onlara!..

Bu benzeyiş, bu yabancı hayranlığı daha nereye kadar sürecek Hak aşkına?.. Bizim hiç mi aklımız yok? Bizim inancımız ve onun hakikatleri nerede kaldı? Bizim değerlerimiz bu kadar ucuz mu? Daha ne zamana kadar, bize hayat hakkı dahî tanımayanların, kültürel dayanaklarımızı küçük görenlerin peşinde koşacağız? Nedir bizim olmayanlara hayranlığımız? Bu yabancılaşma, bu başkalaşma, bu taklit hastalığı bizim rûhumuza saplanmış bir hançerdir. Şu dönemde bile; isminin başında «millî» ifadesi olan ama bir türlü değerlerimizi ön plâna alan bir eğitime geçiş yapamayan eğitim sisteminin yetiştirdiği-yetiştireceği nesiller, geleceğe dair bize ümit vermiyor.

Peki, ortalıkta memnun olmadığımız bu yanlışlar nasıl oluşuyor?

El-cevap:

İnsanların önüne dayatılan «küreselleşme» insanları mecburen yabancılaşmaya itiyor. Farkında olmadan yabancılaşmanın kölesi olan insanlar, önlerine âdeta altın tepsi içinde sunulan yanlışları körü körüne hiç sorgulamadan taklit ediyor. Onu gören öteki de aynısını yapıyor. Derken bu yanlışlar zinciri böylece devam edip giderken, sonuçta bize uygun olmayan davranış modellerini uygulayan kalabalıklar çıkıyor meydana. Bu kabul edilemez.

TAKLİT HASTALIĞI BİZİ NERELERE GÖTÜRÜR?

Uzun zamandan bu yana, taklit mefhumunun cemiyetimizde bir hastalık hâlinde yerleştiğini esefle görmekteyiz. Taklit hastalığının kaynağının batı âlemi olduğunu herkes biliyor. Şüphesiz batılıların da diğer toplumların da güzel yanları vardır. Fakat hiç şüphe yok ki, onların kötü tarafları oldukça fazladır. Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın şu mübârek hadisleri konuya ışık tutar mâhiyettedir:

“İlim, hikmet mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî, İlim, 19) Mevcut iyi ve doğru, davranış ve bilgilerin alınması; insan olarak bize en çok yakışandır. Fakat bu yapılırken toplumlarda yaşayan değer ve ölçüler göz ardı edilemez. Mânevî, kültürel, mahallî ve gelenekten gelen değerlere aykırı davranış biçimleri körü körüne taklit edilmemelidir. O zaman toplum değerleri birbirine girer ve bir kavram kargaşası yaşanır. Bu durum aynı zamanda insanların ruh sağlığını da menfî etkiler. Dolayısıyla toplumu oluşturan fertler, dengeli ve kararlı bir yapı geliştiremezler.

Her toplumda sosyolojik olarak yaşayan, kendine has kural ve kaideler vardır. Batı toplumuyla, doğulunun değerleri ve inançları birbirinden farklıdır. Bir Amerikalıyla bir Avrupalının değerleri de ayrı ayrıdır. Ancak, bazı ortak insânî değerler müstesnâ. Bizim söylemek istediğimiz; mânevî, kültürel, örfî değerler her millette farklılık arz eder. Medyanın, hazırladığı programlarla halkın genel değerlerine ters düşmemesi gerekir. Bu, toplumun ruh sağlığı için elzemdir.

Yine yazılı veya görüntülü medyada; kim, nasıl köşeyi kolayca dönmüş, aldatmaca şekilleri, ahlâksızlık biçimleri, farklı tâciz hâlleri… haberlerde veya dizilerde bir şekilde en ince detaylarına kadar anlatılıyor. Sonra da yalancılık, dolandırıcılık, adam kayırma, yabancılar gibi yaşama şekli, şov merakı, inançsızlık, ahlâksızlık normal görülüyor. Artık bunları duya duya, dinleye dinleye bir zaman sonra bu yanlışlar insanlara tabiî geliyor ve bu şekilde farkında olmadan pek çok çirkin davranış topluma yerleşiyor. Toplumda kol gezen bu olumsuzlukların işlenmemesi adına, herkesin başına bir polis dikmek mümkün değildir. İnsanların iradesinde var olan kontrol mekanizmasını, dînî ve mânevî değerlerle harekete geçirecek bir eğitim modelini hayata hâkim kılmak, en mâkul ve akıllıca bir hareket tarzıdır. Bu durum zaman alır ama yerleştiğinde, emniyet görevlilerinin de işini kolaylaştırır.

Biz hep söyleriz ki; bütün problemli durumlara çözüm, ancak ve ancak İslâm’dadır. Fakat senelerdir toplumumuzda şöyle bir telâkkî mevcut:

“«Batı»dan gelirse eyvallah, doğrudur, inanılır. Ama İslâm’dan gelirse mümkünü yok, orada durmak gerekir.” Ancak bilinmelidir ki, bu çelişkili ve toplum tarafından kabul görmemiş çürük değerlerle nesil yetiştirilemez. Yetiştirilirse işte bugün içinden çıkamadığımız bozuk noktaya gelinir. Analar, Millî Mücadele’ye evlâtlarını tıpkı düğüne gönderir gibi ellerini kınalayarak gönderdiler;

“Ya şehid ol ya gazî!” dediler. Senelerce emek vererek büyüttükleri yavrularını Allah yolunda vatanlarına armağan ettiler. Bu analarla biz bir tarih yazdık. İplik iplik, çile yumağı analar… Fazîletli, fedâkâr, cefâkâr analar… Alnı secdeli, eli tesbihli analar… Zaferlerin gözükmeyen kahramanı, hakikî analar… Hakikî analık; çocuğu doğurup, yedirip, içirmek, giydirmek değildir. Geleceğimizin teminâtı olan çocuklarımızı; fedâkâr, şuurlu, sâlih ve sâliha bir gönülle kuşatmaktır. Bunu taklit hastalığına yakalanmış anneler nasıl başarabilir?

Bizim toplumumuzda yaşayan davranış modelleri, ölmeyen hep yaşayan değerlerdir. Bu değerler fıtrî ölçülere aykırı düşmeyen, bilâkis uygunluğu tartışma götürmez değerlerdir. Bu değerlerle destanlar yazıldı. Bu değerler millîdir, ahlâkîdir, örfîdir.

Bizde aile mukaddestir. Aile içinde fertler arasında öyle bir sevgi bağı vardır ki, bu sadece dünyaya yönelik değildir. İslâmî değerlere göre uhrevî boyutuyla aile âdeta cenneti hatırlatan bir sevgi ocağıdır. Orada geleceğin teminâtı pırlantalar yetişir. Ancak, günümüzde kitle iletişim vasıtalarıyla yapılan tahribat sonucu, maalesef aile sağlamlığını yitirmek üzeredir. Görüntülü yayın organlarında, kadınlara yönelik özel programlarda, imrendirilerek anlatılan batı evliliklerinde; kadınların hoşlanmadıkları eşlerini nasıl aldattıkları ve bunun da çok tabiî olduğu işlenmektedir. Bunun yanı sıra bizde de ensest ilişkiler, lezbiyenlik, çoklu kişilikler, cinsî kimliklerin iflâsı gibi konular piyasaya sürülmektedir. Bu, hem insanlığının bitirilmesi hem de ailenin dinamitlenmesidir. Normal bir şey gibi gösterilen taklidin bu boyutu, toplumu sarsacak felâketlerin habercisidir.

Batıda aile terbiyesi yönüyle; sevgi-saygı bakımından donuk, candan olmayan ve bizim ahlâkî değerlerimizle hiç bağdaşmayan bir yol izlenmektedir. Aile fertleri arasında aşırı denecek kadar serbestiyet vardır. Birbirlerine karşı olan sorumlulukları da çok özgürcedir. Orada; eşlerin birbirine sadâkati yerine vefâsızlığının, evlâtların ebeveynlerine karşı sevgi ve hürmetleri yerine bağımsızlığının ön plâna geçtiği davranışlar hâkimdir. Çocuklar; gençlik hevesâtının doruk noktası olan 18 yaşına geldiklerinde, kendi başlarına buyruk olup, canlarının istediği gibi yaşayabilmektedirler. Aileden ayrılan bu gençler; cinsî eğitimi küçük yaşta serbest bir şekilde aldıklarından ve daha çocuk denecek yaşlarda aile kurma sorumluluğuna sahip olmadıklarından, karşı cinsten istedikleri her kişiyle beraber olabilmekteler. Bu, batının değerlerinde normaldir. Böylesi menfî değerlerin bize taklit yoluyla yerleştirilmeye çalışılması, ne büyük talihsizliktir! Bizim bugünkü gençliğimizin buhranının temelinde işte bu olumsuzluklar bulunmaktadır.

Artık uyanma zamanı gelmiştir. Bugün insanlar hep akıllı olduklarını iddia ederler. Akıl; ahlâkın bozulmasına, değerlerimizin üstünün çizilmesine müsaade etmez. Nerede bu akıllı olduğunu iddia edenler? El birliğiyle toplumumuzda oluşan bu yanlışların yerleşmesine mâni olalım. Biz; tersine, kendi değerlerimizi kimsenin kınamasına bakmadan yaşamaya devam edelim inşâallah.

Gayret bizden, inâyet Cenâb-ı Hak’tandır.