GAFLETİN DENÂETİ / ÇİRKİNLİĞİ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

HAYVANDAN AŞAĞI

Cenâb-ı Hak; insanı, ahsen-i takvîm üzere, âlâ-yı illiyyîne yükselme istîdâdında yaratmış ve mükerrem kılmıştır.

Bu yüksek lütuf ve ihsanlar karşısında insana düşen vazife; îmân edip kulluk şuurunda bir hayat yaşayarak, muhteşem cennete kabul edilmeye lâyık müttakî bir mü’min olmaya gayret etmektir.

Hâl böyleyken;

Nefsin tezkiye edilmesi gereken menfî sıfatları; insanı nankörlüğe, hamlığa, cehâlete ve dalâlete sevk eder. Hulâsa ifade edersek, insanı gaflete yuvarlar.

Gaflet; anlık zevkler uğruna ebedî bir saâdeti felâkete uğratmak, fânî olan dünya hayatını bâkîye, yani sonsuz cennet hayatına tercih etmek hamâkatidir.

Gaflet, günün ortasında güneşi kaybetmeye benzer. Gaflete düşmüş bir kimse; okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemiye benzer ki, hangi girdapta boğulacağı belli değildir.

Gafil bir kimse; hayatı nefs gözlüğüyle seyrettiğinden, bir gün mutlaka karşılaşacağı ölüm, diriliş, hesap, Sırat gibi zor menzilleri unutur. İlâhî nimetler karşısında nankörlük ederek pervâsızca günahlara dalar. Cehâlet, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve öfke gibi hamâkat manzaraları sergiler.

Yani gaflet insan için çok çirkin bir hâldir. Âkıbeti perişanlık ve hüsrandır. Âyet-i kerîmelerde gafillerin ahvâli şöyle tasvir edilmiştir:

“İşte onlar (o azâba müstehak kimseler) Allâh’ın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin ta kendileridir.”
(en-Nahl, 108)

“…İşte onlar (o cehennemlikler) hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (el-A‘râf, 179)

İnsan bir ebediyet yolcusudur ve onu bu yolculuğunda nice tehlikeler beklemektedir. Bu tehlikelerden kurtulmak için; dikkat, teyakkuz ve takvâ üzere olması gerekirken, bilâkis gaflet içinde bulunması ne hazin bir ihmaldir.

Âyet-i kerîme îkaz buyurur:

“(Rasûlüm!) Sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında uyar!..

Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları hâlde ve henüz îmân etmemişken (bakarsın) iş olup bitmiştir.” (Meryem, 39)

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle bir temsil ile, gafillerin hâlini tasvir buyurur:

“Benim ve sizin durumunuz; ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervâneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Müslim, Fezâil, 19)

Hadîs-i şerifteki ateş; aldatıcı dünyayı, günahları, bilumum gaflet girdaplarını temsil eder.

Başta Rasûlullah Efendimiz olmak üzere Hak dostları, insanları gaflete karşı îkaz ederler.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin bir mektubunda naklettiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:

“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlûm oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır. (Gayr-i müslimlerin eğlencelerine ve âdetlerine katılması sebebiyle karanlıklar içinde kalmıştır.)

Bundan sonra anladım ki; bu karanlıkların def‘i için teveccüh etmek yerinde bir iş değil…
Zira onun bu karanlıklardan temizlenmesi, cehennem azâbına kalmıştır ki, küfür ehliyle beraberliğin cezası budur.

Bu arada, şu dahî mâlûm oldu ki; îmandan bir zerre, onu ebedî cehennem azâbında kalmaktan kurtaracaktır. Bu da, o miktar îmânın bereketiyle olacaktır.

Daha sonra hatırıma;

«Acaba bunun cenâze namazını kılmak câiz mi, değil mi?» suâli geldi. Bu da teveccühten sonra belli oldu ki, onun namazını kılmak yerinde olur. O müslümanlar ki, îmânın varlığıyla beraber küfür ehlinin âdetlerini icrâ ederler ve onların günlerine hürmet ederler… Onların yine de namazını kılmak gerekir. Onları küffâr arasına katmak doğru olmaz… İşin sonunda, onların ebedî azaptan kurtulmalarını ummak da yerinde olur.” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)

Gafletin en kötü ânı, ölüm esnasında tezâhür eder. Bu sebeple bir mü’min; hayatının safhalarını tefekkür ile tâdâd etmeli, gafletle geçen anları için son nefese kadar her dâim istiğfar hâlinde olmalıdır.

Dünyada iken tevbe ve istiğfâr ile hâllerini ıslah etmeyen gafiller, âhirette çok acı fakat faydasız nedâmetlere dûçâr olurlar.

Kur’ân-ı Kerîm’in istikbalden verdiği haberlerle, âhiretteki hüsran dolu nedâmet tablolarında, mücrimler;

يَا لَيْتَن۪ي يَا لَيْتَنَٓا

“Âh keşke!” diyerek pişmanlıklarını dile getirmektedirler.

Cenâb-ı Hak; bize dünyada iken bunları işittirerek, ölmeden önce pişmanlık duyup, nasûh bir tevbeye sarılmamızı istemektedir.

İşte o âyetler:

“(Cehennemlikler) yüzleri ateşte evirilip çevrildiği gün;

«–Eyvah bize! Keşke Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik!» derler.” (el-Ahzâb, 66)

• • •

“O gün, zâlim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der:

«–Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!»” (el-Furkān, 27)

• • •

“(Mahşer yerinde insan;)

«–Keşke bu (esas olan âhiret) hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!» der.” (el-Fecr, 24)

• • •

“Kitabı sol tarafından verilene gelince, (dehşetli utanç gününde) o kişi;

«–Keşke» der: «Bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!»” (el-Hâkka, 25-26)

• • •

“O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına;

«–Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın!» der.” (ez-Zuhruf, 38)

• • •

“Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!”
(el-Furkān, 28)

“Çünkü zikir (Kur’ân) bana gelmişken o (kötü arkadaş), hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.” (el-Furkān, 29)

• • •

“Onların ateşin karşısında durdurulup;

«–Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimiz’in âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!» dediklerini bir görsen!..” (el-En‘âm, 27)

• • •

“Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi;

«Keşke toprak olsaydım!» diyecektir.” (en-Nebe’, 40)

Hazret-i Mevlânâ; insan hâlet-i rûhiyesini âdetâ teşrih eden eserlerinde, çeşitli düşündürücü temsillerle gafletin çirkin manzarasını ortaya koyar ve mü’minleri bu vaziyetten sakınmaya çağırır:

“Hikâye etmişlerdir:

Tilkinin biri bir ormana daldı; orada bir ağacın dalına asılmış bir davul gördü. Yel vurup ağacın dalı sallandıkça davul da sallanıyor, davulun kuvvetli sesi, tilkinin kulağına geliyordu. Tilki davulun büyüklüğünü gördü, çıkardığı yüksek sesi duydu. «Bunun eti ve derisi, cüssesinin ve sesinin miktarıncadır.» deyip tamaha düştü. Bütün gün geceye dek uğraştı, başka hiçbir işe koyulmadı. Davulun çevresinde nice engeller vardı. Tilki birçok düzenlere başvurdu, sonunda oraya vardı, davulu yırttı; fakat içinde yelden, havadan başka bir şey bulamadı.

Dünyaya âşık olan gafiller de; gece bastı da ölüm çağı gelip çattı mı; «Ne kadar gafilmişiz!» diye feryâda başlarlar.

Lâkin mârifetle gözleri açık olanlar, ibâdet sürmesini gözlerine çekenler; tilkinin daldığı bu ormanda davul sesine aldırmazlar, ölümsüz avı avlamaya bakarlar, onu ararlar.

Kulağında «قُلْ / Söyle!» vahyinin sesi olan kişi, davul sesine kulak mı asar hiç?”
(Mecâlis-i Seb‘a)

Av temsilini, Mevlânâ Hazretleri gafleti anlatırken bir de şöyle ifade eder:

“Dünyaya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir?

Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.” (Mesnevî)

Avda, hedef vardır. Mü’minin hedefi dâimâ âhiret olmalıdır. Fakat gafilin hedefi, dünyaya doğru kayar. Böylece gerçek hedef dururken, gölgesine yönelme hamâkatini sergilemiş olur.

Necip Fazıl; güneş gibi hakikatleri bırakıp da, seraplara aldanmak demek olan gafleti, ne kadar mânidar bir sûrette ifade eder:

Gönlüm uçmak dilerken semâvî ülkelere;
Ayağım takılıyor, yerdeki gölgelere…

Yine Necip Fazıl, insanın gafletle geçen ömrünün hazin manzarasını şöyle ifade eder:

Tam otuz yıl, saatim işlemiş ben durmuşum,
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…

Hakikati bırakıp da gölgeyi avlayan kişi; aslında, gölgenin avı olmuş demektir. Âhireti terk edip de dünyaya yönelen, kulluğu bırakıp da gaflete düşen kişi; aslında şeytanın tuzağına yakalanmış bir zavallıdır.

Hazret-i Mevlânâ bu avlanış ve aldanışı şöyle tasvir eder:

“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken (her türlü nimetle perverde iken) boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur. (Oltanın ucundaki solucana aldanır, kendini helâk edecek kancayı görmez.)” (Mesnevî)

Tamah, bir kul için çok büyük bir belâdır.

Şeytan; bir kurt yahut bir canavar gibi, mü’minlere düşmanlık eder. Fakat gaflet, düşmanı dost gösterir. Mevlânâ Hazretleri buyurur:

Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdâlanıp gönül kaptırmasıdır… (Mesnevî)

Yine buyurur:

Peşinde köpek olan tavşanın uyuması hatadır. Korku içindeki kişinin gözüne hiç uyku girer mi? (Mesnevî)

Şeytanın insana, ilk yaratıldığı zamandan beri haset ve kini vardır. Bu nefret yüzünden, bütün hayatını insana düşmanlık etmeye harcamış bir müflistir. Buna rağmen, insanın, en büyük hasmı olan şeytana mağlûp ve meclûp olması ne büyük bir gaflettir!..

GAFLET TUZAĞI: DÜNYA

İnsanı gaflete düşüren varlıkların başında, dünya ve onun geçici süsleri olan, mal, makam-mevkî, şehvet ve şöhret gibi oyalayıcılar gelir.

Dünyalıklar eğer bir malzeme olarak kullanılırsa, mü’mine zarar vermez, hattâ mü’min için, âhireti kazanma vasıtası olur.

Fakat vasıta olmaktan çıkıp, gaye hâline gelirse, işte gaflet budur. Mevlânâ Hazretleri şu güzel teşbihle bu hakikati anlatır:

“Su, geminin içine girerse gemiyi batırır; geminin altındaki su ise gemiye istinâd olur, onu istediği menzile kavuşturur.” (Mesnevî)

Bu teşbihte; su, dünya imkânlarıdır. Mü’min o imkânları âhiret için malzeme olarak kullanırsa, onu maksadına ulaştırır. Hazret-i Süleyman –aleyhisselâm-, Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Osman, Abdurrahman bin Avf –radıyallâhu anhüm gibi büyük şahsiyetler mal-mülk ve makam sahibi olmuş fakat, onu dâimâ Hakk’ın hizmetinde kullanmışlardır.

Kişi; dünyalık malzemeleri kalbine koyarsa, aldanır ve dünyaya saplanır. Âkıbeti de Kārun, Sâlebe ve emsâli gibi, helâk olur.

Mevlânâ –kuddise sirruhû buyurur:

“Dünya nedir? Allah’tan gafil olmaktır. Yoksa kumaş, para, ticaret, kadın, çoluk-çocuk sahibi olmak, dünya değildir.” (Mesnevî)

Birçok âyet-i kerîmede, dünya meşgalelerinin oyun ve eğlenceden ibaret olduğu, bâkî olan gayretlerin ise, âhireti kazanmaya yönelik sâlih ameller olduğu bildirilir.

Hazret-i Mevlânâ, dünya hayatının fânîliğini şu mânâ dolu ifadelerle hatırlatır:

Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!

Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce; gurub zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!

Bu hoş çardakta -yani mehtaplı bir gecede- bedir hâlindeki ayın letâfetini görürsün; onun bir de ay sonlarında uğradığı zaaf ve bedir hatme olan hasretini düşün.

İnsan da aynı bu macerayı yaşar. Kemâli ve cemâli, zevâle mahkûmdur.

Ey sâlik, aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki acziyetini ve bir binanın harabe hâline gireceğini düşün (de aynadaki yalana aldanma!..)” (Mesnevî)

Hazret-i Mevlânâ da gafillerin hâlini, vakitlerini oyunla geçiren çocukların vaziyetine benzetir:

“Gafil insanlar; çocuklar gibi, şu birkaç günlük ömrü, son nefes gelip çatıncaya kadar oyunla geçirirler.” (Mesnevî)

NEFSE GÜVEN GAFLETİ

Birçok insan; dünya nimetlerinden istifâde husûsunda, kendinden emin imiş gibi davranır ve dikkati elden bırakır, böylece gafil avlanır. Hâlbuki, nefis mevzubahis olduğunda, kendine güvenmek doğru bir adım değildir.

Unutulmamalıdır ki;

İnsan kendisi hakkında enfüsîdir / subjektiftir. Hiçbir hâkim, ne kadar bilgili olursa olsun, kendi kendisini muhakeme edemez. Onu bir başka hâkim muhakeme eder.

Çünkü insan dâimâ kendisini haklı görür. En suçlu insanlar bile kendileri hakkında hüküm verirken en mâsum ve olumlu şeyleri söylerler. Çünkü arada nefs vardır.

Doktorlar bile hastalanınca başka bir doktorun tedavisi altına girerler. Çünkü bir insan kendi hastalığını tam olarak teşhis edemez. Kararında hata edebilir.

Bu sebeple;

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nefse bir an dahî güvenmemek husûsunda bize şu niyâzı öğretmiştir:

Beni göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan daha az bir zaman bile nefsimle baş başa bırakma!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 110)

Aldanmayacağına güvenerek, dikkati elden bırakan ve bu rahatlık yüzünden gaflete düşenlerin âkıbetini ise Mevlânâ Hazretleri şu mânidar temsille anlatır:

Timsah, ağzını açar; dişlerinin arasında, parçaladığı hayvanlardan kalan et kırıntıları vardır. Küçük kuşlar; timsahın dişleri arasındaki et parçalarını görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir!

Sen; ekmekle, yiyecek hoş şeylerle dolu olan dünyayı da, bir timsahın ağzı bil!

Ey yiyecek peşinde koşan, yiyecek için çırpınıp duran kişi; lokma peşinde koşarken zaman timsahından emin olma!” (Mesnevî)

Şeytan, insan yaratıldığından beri insanı ifsâd için gayret etmektedir. Dünyanın türlü fitne ve imtihanları karşısında, mü’min; dâimâ kalbini, zihnini ve amellerini murâkabe altında tutmalıdır.

“Nasıl olsa aldanmam! Nasıl olsa tevbe ederim! Nasıl olsa kurtulurum!” şeklindeki düşünceler, dikkat ve murâkabeyi elden bırakmaya götürür.

Rabbimiz gafletten halâs eylesin.

İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar.” hakikati muktezâsınca, ölüm gelmeden evvel ölümün kardeşi olan gaflet uykularından Allah için uyanabilmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize lutf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..