KUR’ÂNÎ TÂLİMATLAR -13- İSLÂM’DA ŞAHSİYETİ MUHAFAZA

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

 

EFENDİMİZ YOKSA YOKUM!..

Hicretin altıncı yılında; Peygamberimiz ashâbıyla beraber, umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıktı. Fakat müşrikler Kâbe’yi ziyarete mâni oldular. Müslümanlar Hudeybiye’de beklerken Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in elçisi olarak Mekke’ye gitti. Müşriklere; niyetlerinin sadece umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler izin vermediler. Akrabaları ise Hazret-i Osman’a, şayet istiyorsa yalnızca kendisinin Kâbe’yi tavâf edebileceğini söylediler. Osman -radıyallâhu anh- ise, Allah Rasûlü’ne olan sadâkatini tescilleyen şu muhteşem cevabı verdi:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabul edilmediği bir ibâdette bile ben yokum!..” (Ahmed, IV, 324)

İşte ashâbın müstesnâ hâli:

“Bir işte Allah Rasûlü varsa varım, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yok ise yokum!”

Necip Fazıl, bu güzel hâli şöyle ifade eder:

Müjdecim, kurtarıcım, efendim, Peygamberim,
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim!

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Bugün hayatlarımızı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâb-ı kirâmın hayatıyla mîzân etmemiz gerekmektedir.

Hayatlarımızda, ibâdetlerimizde, muâmelâtımızda, evimizde ve işyerimizde, Allah Rasûlü var mı? Yani O’nun sünneti var mı?

Yaşayışlarımız, mekânlarımız, hâllerimiz, kılık kıyafetlerimiz, kazançlarımız, çarşımız, pazarımız, düğünümüz, derneğimiz Allah ve Rasûlü’nün ölçülerine ne kadar mutâbık?

Yoksa kimin ve kimlerin ölçülerine uymakta? Şahsiyetimiz, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ittibâ hâlinde değilse, kimleri taklit hâlinde?

Kimle beraberiz?

Câlib-i dikkat bir husustur:

FÂTİHA’DAKİ NİYÂZIMIZ

Namazda iki rekât üst üste aynı zamm-ı sûre okunsa, bir kerâhet işlenmiş olur. Fakat; bütün namazların her rekâtında Fâtiha-i şerîfeyi okumamız ise mekruh değil, bilâkis vâcibdir. Öyle ki, bir insan Fâtiha’yı kasten okumadan, Kur’ân’ı hatmetse, yine namazını iade etmesi gerekir.

Demek ki; Fâtiha’da öyle mesajlar var ki, her gün her fırsatta tekrar tekrar gönlümüze zerk etmemiz gerekiyor.

Fâtiha’nın özü, «istikamet duâsı»dır. İstikamet; dosdoğru gidiş, Kitap ve Sünnet muhtevâsında bir hayat demektir. Bu duânın sonunda, müsbet ve menfî tarihî topluluklar örnek gösterilir ve istikamet niyâzımız müşahhas hâle getirilir:

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ

•Nimet verdiklerinin (yani; peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin) yoluna bizi eriştir.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin hâlinden, yani hak yoldan sapanların yolundan ise bizi muhafaza eyle!..

Gazaba uğrayanlar, dalâlete düşenler kimlerdir?

Başta yahudi ve hıristiyanlar olmak üzere, bütün ehl-i küfür ve ehl-i dalâlettir.

Bir mü’min hiç unutmamalıdır ki;

İslâm muhteşemdir, mükemmeldir ve ekmeldir. Diğer hiçbir sisteme ihtiyacı yoktur. Geçmiş dinlere de ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişi ve Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderilişinden itibaren, yeryüzünde yegâne hak din İslâm’dır. Hiçbir tahrife uğramamıştır.

Cenâb-ı Hak, insanı muhteşem cennetlere davet ediyor. Bu davete icâbet edebilmesi için, kulun da mükerrem olması lâzım. Mükerrem olabilmesinin temel şartlarından biri de; hayatının her safhasını, Kitap ve Sünnet muhtevâsı içinde devam ettirmesidir.

Bir müslümanın, asla yabancı kültürlere kapılmaması gerekir. Eğer kapılırsa şahsiyet ve karakteri zedelenmiş olur.

Velhâsıl bir müslüman, her zaman ve mekânda; İslâm’ın vakarını, şahsiyet ve karakterini temsil etmekle mükelleftir.

Günümüzde maalesef televizyon ve internetin bazı kandırıcı ve âhireti unutturan çıkmaz sokakları, reklâm ve modalar insanları gaflete dûçâr etmektedir.

Şu âyet-i kerîmelerde, cehenneme düşüren hususlardan birinin, gaflete dalanlarla dalıp gitmek olduğu bildirilmiştir:

“Cennetlikler mahşerde cehennemliklere sorarlar:

«–Sizi sekar cehennemine (yakıp kavurucu ateşe) sürükleyen nedir?»

Onlar da şöyle cevap verirler:

«–•Biz namaz kılanlardan değildik.

Yoksulu da doyurmazdık. (Yani merhametsizdik, yalnız kendimizi düşünürdük.)

(Gaflete) dalanlarla birlikte biz de dalardık.

Hesap gününü (âhireti) de yalan sayardık. (Fakat) sonunda ölüm gelip çattı!..»”
(el-Müddessir, 42-47)

Bu hususta, mü’minlere; «lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret»i emreden Kur’ânî tâlimatlar vardır. Rabbimiz buyurur:

“Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin! Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler…” (Âl-i İmrân, 118)

“Ey îmân edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o onlardandır…” (el-Mâide, 51)

Bu âyetlerdeki «dost, sırdaş, velî» kelimeleri; müslümanların, gayr-i müslimlere istinâd edemeyeceklerini, onlara hayranlık duyup, işlerinde onlara tâbî olamayacaklarını bildirmektedir.

Bir mü’min, bir gayr-i müslim ile komşuluk, alışveriş gibi bir sebeple, zâhirî bir tanışıklık içinde olabilir. Ancak bunda kalbî bir muhabbet olmaz. Gayr-i müslimlerin hukukuna dikkat eder, onlara adâlet gösterir, onların hidâyeti için gayret eder, fakat onlara asla muhabbet ve hayranlık beslemez. Onları taklit etmez, hâllerine özenmez.

Zira îman, «lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret»tir.

Buradaki «buğz, nefret ve şiddet» ifadeleri, kalbî yakınlığın olmamasını ve tavizsizliği ifade eder. Onlara haksız bir düşmanlık ve zâlimâne davranış demek değildir. Bilâkis, müslüman; her gayr-i müslimi, insanlıktaki bir eşi ve bir müslüman namzedi olarak görür, onun hidâyetini arzular, ebedî felâketi için üzülür ve ona merhamet eder. Fakat küfürde kaldığı müddetçe onu sevemez, onunla ülfet edemez. Onun hâlini örnek alamaz.

İSLÂMOFOBİ

Zaten;

Ehl-i küfür de İslâm’a düşmandır. Günümüzde de bütün dünyada; İslâmofobi adı verilen, İslâm’ı korkulacak bir kötülükmüş gibi gösterme hastalığı yayılmaktadır.

Niçin İslâm’a düşman oluyorlar?

Çünkü İslâm; getirdiği esaslarla, nefsânî arzulara mâni olmaktadır. Âhireti hatırlatarak, hiç ölmeyecek ve hesap vermeyecekmiş gibi nefsin zebûnu ve zâlim bir hayat yaşayanların keyfini kaçırmaktadır. Fâizi, kumarı, her türlü haksız kazancı men ederek; fakiri daha fakir hâle getiren kapitalistleri kızdırmaktadır. İhtilâtı, zinâyı, iffetsizliği, nikâh dışı her türlü beraberliği yasaklayarak; şehvetinin peşinden gitmek isteyen gafillerin öfkesini artırmaktadır.

Her türlü bâtıl, fâsit ve gafil; İslâm’a düşman olur. Asıl hayret edilecek olan, bir mü’minin bâtıla dost olmasıdır!..

Bir başka Kur’ânî tâlimat şöyledir:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ
وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ

“Muhammed Allâh’ın Rasûlü’dür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetindir…”
(el-Feth, 29)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in beraberindeki ashâb-ı güzînin ilk vasfı:

«Küffâra karşı tavizsizlik.»

Yani İslâm karakter ve şahsiyetini tam mânâsıyla temsil ederler ve bâtıl bir düşünceye de hiçbir zaman taviz vermezler.

Bu tavır, îmânın bir zarûretidir. Çünkü kalbinde en zayıf vaziyette îman bulunan bir mü’minin dahî; Allâh’ın râzı olmadığı bir kötülüğe karşı, buğz etmesi lâzımdır.

Gayr-i müslim yahut gafil kişi, insanın en yakın akrabası da olsa, hüküm değişmez.

Tebbet Sûresi bu hususta en güzel misaldir, kalbî beraberlik olmayınca kan ve soy beraberliğinin hiçbir mânâ ifade etmediğini bildirir. Peygamberimiz’in öz amcası olan Ebû Leheb’e bu sûrede lânet edilmekte ve cehenneme gireceği bildirilmektedir. Birçok müşrik arasında, husûsen Peygamberimiz’in amcasının bu sûrede künyesiyle kınanması; îmân olmadıkça, akrabalık bağının ehemmiyet taşımadığını tebârüz ettirmek içindir.

Nitekim;

Nuh -aleyhisselâm-’a da;

“…(İnkâr yolunu tutan oğlun Ken‘ân), senin ailenden değildir! (…)

Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!..” buyurulmuştur. (Hûd, 46)

İbrahim -aleyhisselâm-’a; putperest olarak ölen babası Âzer için, istiğfâr etmemesi gerektiği hatırlatılmıştır. (et-Tevbe, 113-114)

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî der ki:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref elde etti, Kur’ânî bir ifade kazandı.

Hazret-i Nuh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından dolayı, yani zâlimlerle ihtilâtları yüzünden cehenneme dûçâr oldular. (Kocalarının peygamber olması, onlara fayda vermedi.)

Bugün ise globalleşmenin çok menfî bir neticesi olarak, İslâm âleminde ve ülkemizde maalesef seküler dünyaya benzeyişler, meyledişler ve hayranlıklar var.

Televizyon ve internetteki menfî programlar, şahsiyetsizleştirici modalar ve çirkinliği süsleyen reklâmlar, maalesef insanımızı gayr-i müslimleri taklide özendiriyor ve bu da ağına düşürdüğü kişilerin şahsiyetlerini mahvediyor.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak, güzîde İslâm şahsiyetini şöyle tasvir ve tarif eder:

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَٓا
اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا
وَقَالَ اِنَّن۪ي مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ

“(İnsanları) Allâh’a davet eden, sâlih ameller işleyen ve; «Ben müslümanlardanım!» diyerek (İslâm’ın karakter ve şahsiyetini temsil eden)den daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)

Başkasını taklit, aşağılık psikolojisinin neticesidir. Şahsiyetteki eksiği; lüks, israf, moda vb. şeylerle telâfi etme gayretidir.

Hâlbuki bizlere Kur’ânî tâlimat şudur:

أَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

“…Eğer mü’minseniz, üstün gelecek olan sizsiniz!” (Âl-i İmrân, 139)

Hakikaten bu Kur’ânî tâlimatlara gönülden bağlı bir hayat yaşayan ecdâdımız, dünyaya yüksek ve müstesnâ bir İslâm şahsiyeti sergilemiş ve gerçekten kıtalarda asırlar süren şanlı bir hâkimiyet kurmuştur.

O devirlerde; gayr-i müslimler, müslümanlara hayran olmuş ve ceddimizi taklit etmeye çalışmışlardır. Grandük Notaras, Martin Luther vb. birçok ecnebînin müslümanlara hayranlık ifade eden sözleri meşhurdur.

1789 Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan feylesof Lafayet, gayr-i müslim olduğu hâlde;

“Ey büyük insan! Sen’in tevzî ettiğin hak ve adâleti şimdiye kadar kimse tevzî edemedi!” diyerek Peygamber Efendimiz’in büyüklüğünü vicdânen tasdik etti.

Fransız tarihçi Lamartine ise Fahr-i Kâinât Efendimiz’in muhteşem muvaffakiyetini şöyle ifade eder:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Hazret-i Muhammed’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

O şahsiyetlerin en meşhurları; ancak ordular teşkil ettiler, kanunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

Hâlbuki O; sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.”
(A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)

İngiliz yazar Thomas Carlyle da şu hayranlık dolu îtirafta bulunur:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”

Alman ediplerinden J. Wolf­­gang von Goethe ise Peygamber Efendimiz’e hitâben şu şiiri yazdı:

“Sen koca bir dağ pınarısın! Sen’den herkes istifâde eder. Kardeşlerini bağrına alarak, yakıcı çöllerin kumlarından kurtarırsın.

Çağlayarak, dağlar aşar, ebediyet ummânına ulaşırsın.”

Alman devlet adamı Bismark ise şu hürmetkâr ifadeleri dile getirmiştir:

“Yâ Muhammed! Sen’inle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı mahzunum. (…)

İnsanlık Sen’in gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha göremeyecektir. Binâenaleyh, huzûrunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

AİLE SON KALEMİZ

1839 Tanzîmat Fermanı’na kadar; toplumumuzun alt kesiminde de yüksek tabakasında da aile, İslâm şahsiyetini sergiliyordu ve muhafaza ediyordu.

Tanzîmat’la beraber maalesef üst tabakaya Avrupâîleşme hastalığı sirâyet etti. Evlere piyanolar girdi. Fransızca kelimelerle konuşmak mârifet addedilir oldu. Erkek ve hattâ kız evlâtlarını Paris, Viyana gibi Avrupa şehirlerine yüksek tahsile yolladılar. Gidenler geri döndüklerinde, Osmanlı üniforması içinde maalesef birer Avrupalı rûhu taşır hâle gelmişlerdi. Yabancılaşmışlardı. Bizi yücelten değerlere düşman olmuşlardı. Onlar ve tesir ettikleri kadrolar; müteâkip seneler içinde, imparatorluğu mahvettiler.

O devirde üst tabakada bu yabancılaşma yayılsa da, halk kesiminde aile kendisini korumuştu. Yabancı cereyanlar, asırlardır kendisini muhafaza eden Osmanlı ailesine sızamamıştı. Osmanlı ailesi, Anadolu dervişi meşrebini korumuştu.

Fakat matbuat, radyo, televizyon ve sonunda internet, artık her yere sızdı. Diziler, filmler, yarışmalar, menfî telkinler, müstehcenlik, alkol, uyuşturucu ve benzeri iptilâlarla bugün maalesef ailemiz sarsılıyor.

Avrupâî kanunlar, bâtıl cinsiyet eşitliği propagandaları, kadınların evden dışarı ve kaldırımlara itilmesi, kadınların bir metâ gibi kendilerini teşhir etme hastalığı; aileyi bozuyor, evlilikleri azaltıyor, boşanmaları artırıyor ve evlâtları perişan ediyor.

Aile, toplumun çekirdeğidir. Ailenin karakteri kaybolursa, elbette toplum zarar görür. Aile olmazsa, geriye sürü kalır.

Bugün dâimâ gizli ve açık, doğrudan ve dolaylı olarak; aile ve evliliğin aleyhine propagandalar yapılmaktadır. Yanlış kararlar neticesinde, kimse bu şartlar altında evlilik yükü altına girmek istememektedir.

Evlilik, kadınlar için şiddet ve baskı merkezi gibi gösterilmektedir. Tahsil ve kariyer diye evlenmeyen veya iyice geciktiren evlâtlar, gitgide evlilikten soğutulmaktadır.

Erkekler de maddî ve adlî tehlikelerle dolu bir tuzakmış gibi gösterilen evlilikten uzaklaştırılmaktadır.

Diğer taraftan zinâ, çeşitli adlar altında âdetâ terviç edilmektedir. Nikâhsız beraberlik ve flört adı altında gayr-i meşrû beraberlikler, neredeyse teşvik edilmektedir.

Hâlbuki nikâh mukaddes bir müessesedir. İnsanı sâir mahlûkattan ayıran iffettir, iffet de nikâh ile tescil edilir. Nikâh Allâh’ın emriyle, zevç ve zevce arasında bir hukukun başlamasıdır.

Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

Evleniniz, boşanmayınız!.. Zira boşanma dolayısıyla Arş titrer…

(Ali el-Müttakî, IX, 1161/27874)

Allah Teâlâ’nın en sevmediği helâl, eşini boşamaktır.

(Ebû Dâvûd, Talâk, 3; İbn-i Mâce, Talâk, 1)

Evlilik, ebedî bir akittir. Bu sebeple, ebediyet ölçüleriyle, yani mâneviyat esaslarıyla ona karar vermek gerekir. Doğru olan; tecrübe sahibi aile büyükleriyle istişâre neticesinde, bereketli tavsiyelerle evliliğe karar vermektir. Yani bugün «görücü usûlü» diye küçümsenen bereketli yoldur. Bu usûlde; aileler ve gençler arasında, meşveretten ve tecrübeden doğan tam bir mutâbakat hâsıl olur. Huzurla dolu mâzîmizde, aileler hep görücü usûlüyle kurulur ve huzurla devam ederdi. Boşanma pek nâdirdi. Zaten bir insan boşanmaya ancak zarûret hâlinde başvururdu. Çünkü boşanma bir âr sebebi görülürdü.

İnternetten görmek gibi geçici hevesler ve boş sevdâlarla başlanan birliktelikler ise; maalesef, ekseriyetle kısa zaman içerisinde mahkeme kapılarında son bulmaktadır. Böylece toplumun çekirdeği mevkiindeki aile müessesesi, büyük yara almaktadır.

Bu boşanmaların en ağır ve kötü yansıması da, öncelikle çocuklar üzerinde meydana gelmektedir. Nitekim evi içerisinde aile sıcaklığı bulamayan, örnek alacağı ana-babasından dâimâ kötü muâmeleye mâruz kalan çocuklar; sokakların insâfına terk edilmiş olmaktadır. Böyle olunca da evden kaçarak sokak çocukları arasına katılan bu yavrular; kısa zamanda sigara, alkol, tiner, narkotik, fuhuş ve çeşitli suç örgütlerinin ağına düşmektedirler. Bu da, toplumu çökertecek bir fâciâya zemin hazırlamaktadır.

Asırlar şahittir ki;

İslâm ahlâkını lâyıkıyla hazmetmiş mü’minlerin hâneleri, huzurlu birer cennet yuvasıdır.

Buna mukabil;

Nefsine mağlûp, merhametsiz ve gafil insanların dünyalık evleri ise; âdetâ canlı cenâzelerin aile kabristanıdır!..

MİLLÎ BİR DÂVÂ

Aile meselesi, aynı zamanda millî bir dâvâdır.

Bir mütefekkirin dediği gibi;

“Düşmana asıl mağlûbiyet, ona benzemektir.”

Biz can düşmanlarımıza cephelerde mağlûp olmadık. Çanakkale’de, Millî Mücadele’de canımız pahasına düşman çizmesine vatanımızı çiğnetmedik.

Fakat fert, aile ve hayat tarzı olarak o düşmanlara benzersek, ne yazık ki mağlûp olmuş olacağız!.. Çünkü asıl istiklâl; fikrî, zihnî ve kalbî istiklâldir.

Acı bir gerçek…

Hadîs-i şerif îkaz etmekte:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Abdullah İbn-i Mes‘ûd radıyallâhu anh buyurur:

“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzer.” (Vekî, Zühd, s. 597)

Gayr-i müslimlere benzememek, İslâm şahsiyet ve vakarını muhafaza etmenin en mühim şartlarından biri olduğu içindir ki; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibâdetlerde dahî gayr-i müslimlere muhalefet etmiş, onlarla benzerlik ve aynılık içinde olmamaya dikkat buyurmuştur.

İBÂDETTE DAHÎ

Meselâ;

Peygamberimiz; âşûrâ / 10 Muharrem orucunda, aynı gün oruç tutan yahudilere muhalefet için, bir gün evveli veya sonrasıyla beraber oruç tutmamızı emretti.

Ehl-i kitap, yıldızlar belirinceye kadar (yatsı vaktine kadar) iftarı geciktirirdi. Peygamberimiz ise iftarda acele edilmesini emretti.

Kezâ ehl-i kitapta sahur yoktu. Peygamberimiz, sahuru sünnet kıldı. (Müslim, Sıyâm 46)

Kezâ tek olarak cumartesi günü oruç tutmayı, yahudilere benzemek olacağından mekruh kıldı. (İbn-i Mâce, Sıyam, 38)

Kezâ namaza davet için ne yapılması gerektiği istişâre edilirken, yahudi ve hıristiyan âdeti olan boru ve çan çalma tekliflerini reddetti. (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28)

Peygamberimiz; sakal bırakmak, bıyıkları kısaltmak, saç tıraşında herhangi bir kısmı uzun bırakmamak gibi hususlarda da gayr-i müslimlere muhalefeti tebârüz ettirdi.

Sahâbe Efendilerimiz de, gayr-i müslimlere benzememe husûsunda çok dikkatli oldular.

Müslümanlar; faydalı ve lüzumlu bir îcâdı, nerede bulsalar alır ve kullanırlar. Fakat sakındırılan husus; faydasız ve şahsiyeti düşürücü taklitçilik, israf ve modalardır.

Hazret-i Ömer radıyallâhu anh-; Azerbaycan ve Dağıstan’a ordu gönderirken, oradaki putperestlerin giysilerinin, yemeklerinin, örf ve âdetlerinin taklit edilmemesi husûsunda ciddî îkazlarda bulunmuştur.

İslâm tebliği yayıldıkça, müslümanlar dâimâ envâ-i çeşit gayr-i müslimle karşılaştılar. Fakat her zaman bu karışıklığa karşı tedbirler aldılar.

Onlar başkalarına hayran olmadılar, hayran olunan şahsiyetler oldular.

Osmanlı fütuhâtında da aynısı tahakkuk etti. Fethedilen Kosova, Arnavutluk ve Bosna-Hersek gibi beldelere, İslâm’ı yaşayan ve yaşatan Anadolu aileleri yerleştirildi. Oradaki nasipli halk, müslüman şahsiyetine hayran oldu ve İslâm ile şereflendi.

Bugün de evlâtlarımızı, İslâm şahsiyet ve vakarını en güzel temsil edecek şekilde yetiştirmemiz lâzımdır.

YANGINA KARŞI

Kontrolsüz internetin kirli sokakları, televizyonların mülevves kanallarındaki ahlâka zehir saçan programları, bunlar birer mânevî yangındır. Her iki cihânı tutuşturan yangınlar.

Bir annenin en büyük muhabbeti, evlâdına süt vermektir. Lâkin eğer evinde bir yangın çıksa, çocuğuna süt vermeyi bırakıp derhâl onu söndürmeye koşar. Çünkü eğer koşmazsa, ne anne kalır ne de evlât!..

Bu temsilde süt vermek, evlâdın maddî ihtiyacıdır. Yangın ise, annenin ve evlâdının mânevî dünyasında azap alevlerinin tutuşmasıdır.

Sînesi şefkat dolu bir annenin en büyük vazifesi, evlâdını cehennem ateşinden koruyabilmesidir.

Hangi anne, ciğerpâresi evlâdını ateşe atabilir?

Lâkin mânevî yangınları görebilmek için, îmân ile bakmak zarûrîdir. Çünkü dünyada imtihan sebebiyle var olan şeytânî tezyinat, gafil bakışlara o yangınları gerçek hüviyetiyle göstermez.

Hadîs-i şerîfin beyân ettiği üzere;

Cehennem ateşi, (dünyada) nefse hoş ve câzibeli görünen şeylerle çevrelenmiştir. (Buhârî, Rikāk, 28)

Yabancı kültür istîlâsı da nefse hoş gelen şeylerle doludur. Dînen yasak olan içki, uyuşturucu, kadın-erkek ihtilâtı, fâiz, kumar, âhiretten gaflet hâlinde aşırı eğlence, israf ve marka iptilâsı… Bütün bunlar; gövde gösterisi, gurur ve kibir alâmeti çirkin davranışlardır.

Bunlar zâhir gözüyle, yaldızlı, parlak ve câzibedar görünse de; mânâ gözüyle birer cehennem çukurudur. Korkunç birer uçurum kenarıdır.

Hayâyı yerle bir eden ve aileyi çökerten her türlü kadın-erkek karışık lâubâlî ortamlardan, küfür ve inkârın konuşulduğu, fısk ve fücûrun alenen işlendiği perişan mekânlardan evlâtlarımızı korumalıyız.

Günümüzde ihtilât; yani kadın-erkek lâubâlî karışık ortamlar maalesef, ehemmiyetsiz ve normal görülmeye başlandı.

Bu hususta gaflet arttı. Hâlbuki yangınlar, küçük görülen kıvılcımlardan çıkar.

Zihnî beraberlik, küçük ve ehemmiyetsiz görülür; hâlbuki bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Çare; kötülükten, ateşten kaçar gibi uzak durmaktır. Şerre karşı tavır ve duruş sergilemektir.

Küfrün, fısk ve fücûrun zararları işlendikleri ortama, zehirli bir gaz yahut radyasyon gibi yayılmakta ve o gazdan, tesir almadığını zanneden kişi de zehirlenmektedir.

ARAYANA ÇIKIŞ YOLU VAR

Ekseriyetle;

Ne yapalım? Zarûret var!.. deniliyor. Böylece menfî mekânlara evlâtlar, bizzat anne babalarının eliyle yerleştiriliyor.

Hâlbuki bir düşünsek, biraz araştırsak, hiçbir zarûret olmadığını görürüz. Bozuk, bâtıl ve gayr-i şer‘î yollardan uzak durmak isteyenlere, yani takvâ ile hareket edenlere Cenâb-ı Hak, bir çıkış yolu gösterir. Fakat takvâ ile aramayan, o çıkış yolunu göremez.

İçtimâî meselelerde arz ve talep dengesi vardır. Müslümanlar, eğer gayr-i şer‘î şartlara îtiraz eder, onları reddeder ve mahzurlu olmayan şeklini ısrarla talep ederlerse, müşterisi olan her şey mutlaka arz edilir, çareler zuhûr eder.

O zaman görülür ki, ihtilât bir zarûret değilmiş. Ayakları kaydıracak ortamlar bir zarûret değilmiş. Fâizli ekonomi zarûret değilmiş. Nefsânî eğitim ortamları zarûret değilmiş.

Bu ısrarlı talebi gösterebilmek de, yine İslâm şahsiyeti ve vakarı ister.

Rabbimiz; toplumumuzda, İslâm şahsiyet ve karakterini evlâtlarına mîras bırakabilen bahtiyar anne ve babaların sayısını artırsın.

Başkalarına hayran olan değil, kendi müstesnâ ahlâk ve karakterine hayran bırakan mü’minler olabilmeyi, cümle evlâtlarımıza nasip ve müyesser eylesin!..

Âmîn!..