BÜYÜKLERLE BÜYÜMEK

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

İnsan; eğitilmeye, öğrenmeye muhtaç bir varlıktır. İnsanın eğitimi aile ocağında başlar, daha sonra kademe kademe okullarda devam eder. Genel olarak eğitim denilince okul düşünülür, eğitimci deyince de muallim akla gelir.

Ailenin bir eğitim ocağı olduğunu pek düşünmeyiz ya da önemsemeyiz. Hâlbuki insanın temel düşüncelere sahip olmasına; ahlâk, edep ve karakter olarak yetişmesine dair en sağlam ve kalıcı bilgiler çocukluğunda ilk önce anne ve babadan öğrenilir.

Büyük aile dediğimiz büyükanne ve büyükbabaların da ailede söz sahibi olduğu dönemlerde, bunların da çocukların yetişmesinde etkileri ve emekleri büyük olurdu. Anne-baba birer muallimse büyükanne ve büyükbaba başmuallim görevi görürlerdi.

Bizim çocukluğumuz o dönemlerde geçti ve toplumun sağlam karakterli birer ferdi olmamızı sağladı. Okullarda okutulan dersleri, öğrenilen bilgileri küçümseyemeyiz ama; o büyüklerin hayat tecrübeleri ile îman, edep, sabır, sevgi, saygı, kanaat, dostluk gibi hayâtî değer taşıyan tüm konularda bizlere aktardıkları hasletler inkâr edilemez.

Bundan yarım asır evvel bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşadık. Bizim nesil; sevginin, saygının, sabrın, dostluğun, komşuluğun, fedâkârlığın, dürüstlüğün, merhametin ne olduğunu okuldan önce ailelerinden öğrendi. Büyüklerdeki bu güzel vasıfları gördü, şahit oldu ve yaşadı.

O büyükler ki; yokluğun çaresizliğini yaşamış, yoksulluğun ızdırâbını tatmış, sıkıntılar ve çilelerle yoğrulmuş sabır timsâli insanlardı.

O büyükler ki; az konuşan, öz konuşan, sözün kıymetini bilen, verdikleri sözde duran sözünün eri kişilerdi. Sözleri senet, duruşları vakûr, yürekleri genişti.

O büyükler ki; özü sözüne, sözü özüne uyan, özü-sözü doğru, içi-dışı bir kişilerdi. «Doğruluk îmandan, eğrilik şeytandan» derlerdi. Değil insanın; bir ağacın, bir dalın bile eğrisinden rahatsız olurlardı.

O büyükler ki; dostlukları sağlam, sevgileri samimî idi. Dostlarının eksiğini görmez, ayıbını aramazlardı. Dostun ayıbı ayıbımız, kayıbı kayıbımız, acısı acımız derlerdi.

O zamanki komşuluklar ise; toplumun, inancımızın, insanlığımızın îcâbı olarak hayat bulmuş en güzel yanları idi. İmrenilecek fedâkârlıklar, takdir edilecek yardımlaşmalar, sevgiyle-saygıyla yoğrulmuş dostluklar vardı. Gülerse beraber, ağlarsa beraber ağlarlardı. Ocakta pişen aşta komşunun payı unutulmazdı.

Büyükannem bize;

“–Oğlum! Sakın ha komşunun çocuğuna hişt, tavuğuna kışt, köpeğine hoşt demeyin.”, “Köpeğe attığınız taş sahibini yaralar.” derdi.

Tüpün, gazın olmadığı o zamanlarda; avluda kurulan ocaklarda odun yakılarak yemek pişirilir, çamaşır suları kaynatılırdı. Bakır kaplar, tencereler, kazanlar bu ocaklarda biriken küllerle yıkanırdı. Kendi ocağında kül kalmamışsa komşunun ocağından kül alınırdı. Atasözü hâline gelmiş;

“Komşu komşunun külüne muhtaç.” sözünü şimdiki nesle sorsak nasıl anlar bilemiyorum!

O büyükler ki; çoğu medrese, mektep görmemişti ama güngörmüş insanlardı. Hayat mektebinde yetişmişlerdi. Ümmî idiler fakat câhil değillerdi. Îmanları kuvvetli, teslîmiyetleri tam, dünya-âhiret dengesini sağlamakta mâhir idiler. Âhirete hazırlanma hususunda gafil değillerdi. Hayatlarını -yarın Allâh’a hesap verecekleri- şuuruyla tanzim ederlerdi.

Dedem, ilim sahibi biriydi. Biz torunlarına Kur’ân okumayı o öğretti. Ayrıca ilmihâl bilgilerini, Peygamber Efendimiz’in hayatını ve ashâb-ı kirâmı da yine ondan öğrendik.

Ümmî olan büyükannemden ise hayat dersleri aldık. Anlattığı hikâyelerle, yaşadığı hâdiseleri bizlere anlatmasıyla unutulmaz tecrübeler edindik.

Büyükannemden tevbe-istiğfar duâsını dinlemeyi çok severdik. Bütün torunları başına toplandığında ondan bu duâyı dinlemek bize huzur verirdi. O duâda;

… bilerek yaptıklarıma, bilmeden ettiklerime… ifadesini düşünür küçük olduğumuz için bir mânâ veremezdik. İnsan bilmeden nasıl hata eder, günah işler diye düşünürdük.
(Bunu yıllar sonra anladım. Bir gün, yaylada kuzine sobayı yakmak için çam kozalağı alıp sobayı tutuşturmak istedim. Kozalakları sobaya koyarken onların içinde birkaç tane uğur böceği gözüme ilişti. Hemen onları alıp bahçeye bıraktım. Sonra torbadaki tüm kozalakları döküp tek tek aralarına baktım ve tam 52 adet uğur böceği çıkardım. İşte o zaman büyükannemin -bilmeyerek işlediğim günahlar- sözü aklıma geldi. Anladım ki biz insan olarak, bilerek yaptığımız kadar belki daha fazla bilmeyerek hata işliyoruz.)

Bir bahar mevsimiydi. Evin geniş avlusunda oynadığımız bir gün büyükannem bizleri yanına çağırdı;

“–Gelin size bir hikâye anlatayım!” dedi. Yanına vardık. Sessizce anlattıklarını dinlemeye başladık. Hikâyenin konusu yumurta çalan bir çocuğun hazin âkıbetiydi:

“–Çocuk bir gün bir yumurta bulup eve getirir. Annesi oğluna;

«–Aferin oğlum yine getir!» der. Çocuk bu şekilde hırsızlığa alışır. Büyüdükçe daha büyük hırsızlığa başlar, azılı bir hırsız olur. Sonunda yakayı ele verir. Devrin kralı asılmasını ister. Hırsıza son isteği sorulur. Son olarak annesini görmek istediğini söyler. Annesini getirirler. Ona;

«–Dilini çıkar, öpmek istiyorum!» der. Sonra da annesinin dilini ısırarak koparır;

«–Bunu niye yaptın?» diyenlere;

«–Benim bu hâllere düşmeme annemin dili sebep oldu. O beni daima hırsızlığa teşvik etti. Onun yüzünden şimdi asılıyorum.» der.”

Büyükannemin bu hikâyeyi bize niçin anlattığını biliyorduk. Komşumuzun sürü sürü kazları, ördekleri vardı. O hayvanlar bahçenin her köşesine rastgele yumurtluyorlardı. Biz bahçede oynarken çalı diplerinde, otların arasında, büklerin içinde bol miktarda yumurta buluyorduk. Bu hikâyeyi dinledikten sonra, bulduğumuz yumurtaları ya alıp komşumuza götürüyor ya da görsek bile elimizi sürmüyorduk.

Bunun gibi nice hâdiseler ve hikâyeler anlatan büyükannemden çok önemli ve güzel şeyler öğreniyorduk. “Yalancının evi yanmış kimse inanmamış” hikâyesiyle; «Yalanın ne büyük bir günah olduğunu» dinledik. “Bir kediyi aç bırakıp ölmesine sebep olan bir kadının cehennemlik olmasını”, “Susuz bir köpeğe su veren bir günahkârın bağışlandığı” hâdiselerini hep ondan dinleyip öğrendik.

Dedem çok tutumlu biriydi. İsraf etmeyi hiç sevmezdi. Bizleri de israf konusunda uyarırdı. Büyükannem ise israf konusunda farklı bir şekilde eğitirdi. Evlerimiz her çeşit meyvelerin olduğu bahçenin yanındaydı. Bahçenin etrafı nar ağaçlarıyla çevriliydi. Narlar olgunlaştığında tüm çocuklar olarak biraz savurgan davranırdık. Bunun için büyükannem bizlere;

“–Kim nar yerken bir nar tanesini düşürmeden yerse cennete gider.” derdi. Bu sözü duyduktan sonra nar yerken bir tane yere düşürmemek için çok gayret ederdik.

Büyük sözü dinlememenin zararını da;

“Annesinin sözünü dinlemeyen bir oğlağın kurda yem olması” hikâyesiyle öğretmişti.

Başta kendi aile büyüklerimiz olmak üzere; komşularımızdan, akrabalarımızdan, çevremizden; îman, ahlâk, edep, dostluk, arkadaşlık, dürüstlük gibi nice insan ve toplum için hayâtî değer taşıyan konuları görerek, yaşayarak en güzel şekilde öğrenmiş olduk.

Büyüklerimizden aldığımız, öğrendiğimiz bu güzellikleri bizden sonraki nesillere aktarmada ise bugün pek başarılı olamıyoruz. Neden?..