SAYISIZ NİMETE, SONSUZ ŞÜKÜR…

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Nice insan şu çalkantılı hayat çarşısında ne yana baksa;

Yığınla şikâyet edeceği mevzuların ortasında debelenip duruyor. Başlıyor onları tekrar tekrar sayıp dökmeye. Bunaldıkça sayıyor, saydıkça bunalıyor.

Eğer çatlayacak olmasa, mayın gibi şikâyetleri o kadar dolduruyor ki kalbine, aman yâ Rabbî! Bazen çatlıyor da. Bu hususta bazen de kuvvetli girdaplara kapılıyor. Bazen kupkuru çöllerde kum gibi şikâyet istifliyor. Sızlandıkça sızlanıyor.

Öyle ki;

Ne moral kalıyor gönlünde, ne huzur, hattâ ne ümit.

Oysa;

Hazret-i Allâh’ın biz kullarından istediği en temel şey;

Şükretmek.

Sayısız nimetlere sonsuz şükretmek.

Fakat gaflet, yakaları bırakmıyor;

“‒Bunca dert ve bunca keder varken ben gamsız ve umursamaz bir insan olamam. Tutup da belâlara şükrederek yaşayamam!” dedirtiyor.

Ya da;

“‒Bunca kötülüklerin ortasında neye şükredecekmişim!” dedirtiyor.

Ya da;

“‒Neye el atsam, avucumda kalıyor. Her şey bu kadar mı ters gider? Ne şükrü, isyan etmesem iyi…” dedirtiyor.

Çünkü gafil insan;

Kusursuz kaderine karşı haddini çiğneyerek; «kahpe felek» diyebiliyor.

Hele bir âfete uğradıysa, yüce Rabbine karşı bile bühtandan bühtâna sürükleniyor.

Zavallı!

Bilmiyor ki;

Her derdinin dermanı, ancak şükre sarılmak.

Tüm şikâyet edilen şeylerin tek çaresi, candan şükretmek.

Şükür;

Elbette ki Allâh’adır, lâkin faydası sadece kulların dertlerini çözen bir formül mâhiyetindedir.

Yüce bir formül.

İnsanı, bir kaşık suda boğulmaktan kurtaran bir formül. Tûfanların elinden çekip alan en gerekli cankurtaran bir güç. Öfke alevlerinde kül olmaktan kurtaran yüce bir imdat eli.

Çünkü;

İnsanın içinde olduğu sayısız nimetleri ve en küçük bir lutfun bile ödenebilmesi imkânsız ne kadar büyük bir kerem olduğunu ancak şükrün gözü ile görmek mümkün.

Şükür ki;

Hem sayısız nimetleri hem de onları ihsân eden yegâne kudreti gösteren en berrak bir ayna-i ilâhî.

Şükür ki;

Aklın sonsuz imkânlarla uyanması, kalbin onlardan aldığı enerjilerle hareketlenmesi, insanın atâletten kurtulup verimli olmasıdır.

Yani;

Hayatı kuşatan yığınla problemler karşısında alâkasız bir duyarsızlık ve umursamaz bir gamsızlık değildir. Bilâkis şükretmek için o problemleri insana çözdüren ve böylece her sıkıntıyı ferahlığa kavuşturmaya âmâde bir hamledir.

Hakikaten;

En çözülmez düğümleri halletmekte şükürden daha kuvvetli bir devâ yoktur. Yüce Kur’ân’ın besmeleden sonra ilk kelimesinin hamd olması ve bütün duâların şükürle başlayıp şükürle noktalanması da belki de bundandır.

Denilebilir ki;

İnsanı, hâlet-i rûhiyye ve şahsiyet itibarıyla en güçlü ve en doğru îmar ve ihyâ eden düstur, ölçü ve formül, öncelikle cân u gönülden şükür hâlidir.

Zira şükür;

İlâhî muhabbetin mayası ve gıdâsıdır. Hani, seven sevdiğine toz kondurmaz ya, bunun sebebi yârini herkesten çok beğenmesi ve hayranlık içinde aşk ile bağlı olmasıdır. Bitip tükenmez övgüsüdür. İşte sevgileri var eden ve yaşatan enerji de budur. Bu itibarla Hak sevgisinin varlığı ve devamı da ancak devamlı bir şükürden başka bir şey değildir. Buna mazhar olanlar, hangi takdiri yaşasalar da daima aşk ile;

«Elhamdülillâh» derler.

Onlar, iki dünyada da yüce Allah’tan sadece iyilik ve lütuf isterler, fakat ilâhî nasiplerine ne düşerse, tam bir rızâ ve hayranlık içinde yine daima;

«Elhamdülillâh» derler.

Bu mükemmel şükür;

Her şeyden önce, değer bilmekle başlar. «Değer bilen değerli olur.» fehvâsınca insan nâil olduğu nimetlerin kıymetini bildikçe ve mazhar olduğu lütufları fark etmeye başladıkça, onların ne kadar sayısız olduğunu açıkça görür. Gördükçe şükrünü artırır. Cenâb-ı Hak da onu;

“‒Şükrederseniz billâhi nimetlerimi daha ziyâde eylerim!” tecellîsi ile mükâfatlandırır.

Bu bereketli şükür;

İnsanı da Allâh’ı da memnun ve râzı eden bir hakikattir. İnsana şahsiyet iksiridir. Böyle bir şükürle kendini yoğurabilenler;

Mânen bir doğum daha yaşarlar ki bu, ahsen-i takvîm oluşun zuhûrudur. Esfel-i sâfilînden / aşağıların aşağısı olmaktan âzâd oluşun müjdesidir.

Şükür ki;

Her lütuf, ancak onunla nimet olur.

O yoksa, her nimet, sonunda acı bir âfet ve felâketten ibarettir. Yani şükürsüz kimselerin elindeki her imkân, asla nimet değil, sonradan patlayacak bir mayın gibidir. Nasıl ki Kārûn’a, sahip olduğu koskoca servet, nihayetinde fayda değil, kötü bir âkıbet olduysa; aynı şekilde her şey, kendisini şükürle değerlendirmeyi bilmeyenin başına ebedî bir belâdır. Bu belâ ise hiçbir zaman nimet değil, ancak felâket ve hüsrandır.

Dolayısıyla;

Nimet odur ki, verene mutlaka teşekkür duygusunu coştursun.

Nimet odur ki, neticede ebedî rahmete vesile olsun.

Nimet odur ki, insanı hiçbir şikâyete düşürmesin.

Nimet odur ki, şikâyetlik her meseleyi sonsuz bir şükre dönüştürsün.

Özetle;

Nimet odur ki; nefsi değil, Hazret-i Allâh’ı râzı eylesin.

İşte;

Nimet hususunda kim bu özelliklere sahipse, o kimse sayısız lütuflar içinde yüzüyor demektir. İki cihanda da sonsuz bir ihsâna ve huzura mazhar demektir. Fakat bin bir imkâna sahip olduğu hâlde bu özelliklerden mahrum kimseler ise, asla nimete değil ancak helâke dûçâr olmuşlardır.

Yani;

Her hâle şükür, en büyük çare ve şifâdır. Her hâle şikâyet ise, en kötü bir zehir ve fecaattir.

İdrâk edenler;

Her tarafı felç, gözleri kör, hiçbir âzâsı çalışmaz hâlde olsalar bile coşkun bir şekilde;

«Elhamdülillâh!» demişlerdir.

Hazret-i İsa, böyle bir kula sormuş:

“‒Sende olmayan belâ yok, bu kadar iştahla neye şükrediyorsun?”

O da demiş ki:

“‒Ey Allâh’ın peygamberi! Allah beni, nice insanların yakalandığı ve onları ebediyen helâk edecek bir hastalık olan îmansızlıktan korudu. Yüce îmânı bana bir ebediyet sıhhati olarak bahşetti. Bu büyük nimete nasıl şükretmeyeyim? Her nefes sadece buna hamd etsem bile, yine az.”

Ne müthiş!

Rûhun ve kalbin sağlamlığı bu.

Şükrün kazandırdığı bozulmaz bir sıhhat bu. Moral düzgün, gönül râzı, akıl hikmetle dolu. İfadeler bambaşka.

Diğer taraftan;

Şükürsüzlerin vaziyeti ise, apayrı bir ibret!

Kiminin hiçbir ârızası yok. Sancısı yok. Maddî bir noksanlığı da yok. Lâkin morali sıfır. Suratı karanlık çökmüş gece gibi. Her şeyden şikâyetçi. Ağzı eleştiri küpüne dönmüş. Hiç kimse onu memnun edemiyor, devamlı keyfi kaçık. Nelere sahip olsa yine doyumsuz ve tatminsiz. Çünkü şükürsüz.

Şükürlü olsa;

•Bir fincan kahve ikrâmı karşısında bile kırk yıl hatır gözeten bir duygusu ve insaniyeti olacak.

Şükürlü olsa;

•İnsanlığın zirvesine ulaşacak.

Şükürlü olsa;

•Kendisine sayısız nimetler verene karşı nankör olmayacak.

Görecek ki;

•Şükür, gaflet ve cehâletten muhafazadır. Kim şükürsüz ise, tırnak kadar bir mahrumiyet yüzünden gökler kadar nimete âmâ kalır. Baka baka göremez. Hakkı olmadığı hâlde kendisine sayısız lütuflarda bulunan yüceler yücesi Rabbine karşı cehâletler sergiler. Yahu:

Hiç hakkı olmadığı hâlde bir kimseye bir imkân sahibi milyarlarca bir bağışta bulunsa, sonra da o kimseye ilâveten bir on lira daha lâzım olsa da, tutup;

«‒Bu kadar rakam verdin, be hayırsız, içine on lira daha koysaydın olmaz mıydı!» diye arsız arsız hakaretler edebilir mi?

Edemez!

Hakkı yok ki!

Fakat bazıları, sanki hakları varmış, alacaklı imişler ve borçlarını tahsil ediyorlarmış gibi bir tavır içinde Allâh’a karşı nankör ve gafil oluyorlar. Niçin?

Şükretmedikleri için.

Şükretseler;

•Muazzam bir denge kazanacaklar. Haksızlığa sapmayacaklar. Cömertler cömerdi yüce Mevlâ’ya sadece minnet duyacaklar.

Bu muhtevâsıyla şükür;

İnsanın idrâkini de açar anlayışını da. Kalbini de açar, rûhunu da.

Çünkü bu şükür;

•Daima hayra ve hasenâta koşturur. Daima veren el eyler. Daima;

وَاَحْسِنْ كَمَٓا اَحْسَنَ اللّٰهُ اِلَيْكَ

“Allah sana nasıl ihsân ettiyse sen de öyle ihsan et!” (Bkz. el-Kasas, 77) âyetini yaşatır.

Bu şükür;

•Gece-gündüz zikrullah ile meşgul eder. Hakk’ı yâd ettirir. Yüce Yaratan’ı hiç unutturmaz ve unutulmaz eder.

Bu şuurlu şükür;

•Dostu da düşmanı da netleştirir. İnsanı, kıymet bilen bir şahsiyet eyler ve yüce dostuna hiç sırt döndürmez. Hele düşmanlara asla kucak açtırmaz.

Bu dirâyetli şükür;

•Cihan yıkılsa bile yıkılmayan ve sarsılmayan bir rûha dönüşür de, imkânsız zaferler ve galibiyetler getirir.

Bu muhteşem şükür;

•Nefes nefes gayreti şahlandırır. Doğruluk üzere hamle direncini yüksek tutar. Yapılması gereken vazife ve mes’ûliyetlere karşı bitmeyen bir şevktir.

Bu büyük şükür;

•Rızâ hâlinde olgunlaştırır. Kişinin kalbini ve ahlâkını fazîletlerle doldurur.

Bu gerçek şükür;

•Pısırık bir duruş değil, bilâkis nefse ve şeytana karşı onları yere deviren bir vuruştur.

Bu şükür;

•Hakk’adır, iblise değil. Kulun Hak kuvveti ile kaynaşmasıdır. Buna âmâ olup şikâyete sapanlar, Hak’tan mahrum kalarak şeytan kuvvetini tercih etmiş olurlar ki, en basit rüzgârda bile devrilirler.

Bu itibarla tam şükür;

•İradeyi tamamlamaktır. İhlâs ve takvâyı tam etmektir.

Bu şükür;

•Müstesnâ bir nimettir, rahmettir, sonsuz berekettir.

Bu şükür;

•Kalbî sıhhatin şânıdır. Hastalar için bu şükrün devâsı, en güçlü ilâçlardan daha tesirlidir.

Bu şükür ki;

•Hazret-i Ebûbekir’i Sıddîk eyledi. Hazret-i Ömer’i Fâruk eyledi. Hazret-i Osman’ı Zinnûreyn eyledi. Hazret-i Ali’yi peygamber ilminin kapısı eyledi.

Bu şükür ki;

•Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i peygamberler sultânı eyledi. Habîb-i Hudâ eyledi. Rahmeten li’l-âlemîn eyledi. Bedr’in, Uhud’un, Hendek’in muzafferi eyledi. Mekke’nin Fâtihi eyledi. İki cihanın serdârı eyledi. Âlemlerin Efendisi eyledi.

Nedir bu şükür?

•Geceleri sabahlara kadar namaz kılmaktır, Kur’ân okumaktır, Hakk’ı tesbîh etmektir.

Bu şükür;

•Allâh’ın her emrine ve nehyine «lebbeyke» demektir.

Bu şükür;

•Sabrın en güzelidir. Katlanmak olarak değil, râzı ve hayran olarak sabretmektir.

Bu şükür;

•Tevâzuya bürünüp ihtişamla yaşamaktır.

Bu şükür;

•Korku ve ümit arasında muazzam bir dengedir. Sırât-ı müstakîmdir. İstikamet üzere dosdoğru olmaktır.

Bu şükür;

•İnanç ve ibâdetlerinde hiçbir sapıklığa düşmemektir.

Bu şükür;

•İslâm’dır.

Bu şükür;

•Hakkıyla Müslümanlıktır.

Bu şükür;

•Allâh’a hayranlıktır.

Bu şükür;

•Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i candan daha çok sevmektir. O’na kurban olmaktır.

Bu şükür;

•Baştan sona basîret, baştan sona âriflik, baştan sona sâlihliktir ve hakikattir.

Hâsılı bu şükür;

•Nice sırlara âşinâ olmaktır. Yani hikmettir, hikmettir, hikmettir…

Âyet-i kerimede buyurulur:

وَلَقَدْ اٰتَيْنَا لُقْمٰنَ الْحِكْمَةَ اَنِ اشْكُرْ لِلّٰهِۜ وَمَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ حَم۪يدٌ

“Andolsun ki;

•Biz Lokman’a; «Allâh’a şükret!» diyerek hikmet verdik.

•Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur.

•Kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız bir zengindir, her türlü övgüye lâyıktır.” (Lokmân, 12)

Yüce Allâh’ın Hazret-i Lokman’a verdiği büyük nimet:

«Hikmet».

Niye;

«Allah’a şükret!» diye.

Demek ki;

İnsanoğlu için en büyük hikmet, Allâh’a şükretmesi.

Demek ki;

Hikmet her hususta kulu şükre götürüyor. Namazlarda her rekâtta okuduğumuz Fâtiha’da önce;

“Hamd olsun Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a…” ifadesi var.

Bununla Cenâb-ı Hak, bizleri devamlı şükürle buluşturmakta. Çünkü hayatı şükürle doldurmamızı istiyor. Bunu, hikmete eren kimseler tam anlar. Kim eğer ömür boyu şükürle dolup taşıyorsa, o artık bütün hikmetleriyle daima «elhamdülillâh» der. Sayamayacağı nisbette ne kadar çok iyiliklere muhatap olduğunu kavrar. Asıl hikmet işte bu kavrayıştır. Meselâ îman ve İslâm’ın bilhassa şu âhirzamanda bizlere ne büyük bir ilâhî iyilik ve nimet olduğunu en doğru şekilde o hikmet fark ettirir.

Ölçü şu:

Eğer coşa coşa şükredebiliyorsak, o zaman îman ve İslâm bahsinde gerekli olan yüce hikmete nâil olmuşuz demektir. Değilse, gönlümüz hikmetten mahrum kalır. Kim îman ve İslâm’ın coşkuyla, vecd içinde şevk ile şükretmiyorsa, onda da hikmet noksan demektir. Kezâ namazı kılan kimse, buna aşk ile şükretmiyorsa, onda namazın hikmeti tecellî etmemiştir.

Şu husus bu husus demiyor Hazret-i Allah. Her mevzuda bu ölçü var. İnsan için hangi hâl ve işle meşguliyet varsa hepsinde buna göre yaşamak şartı var. Yani hayatta her şey ve her nefes yüce bir hikmete mebnîdir ve sonsuz bir şükür sebebidir. Her lokma bir hikmet ve şükür içindir. Her mânevî rızık ve ebedî azık, aynı şekilde bir hikmet ve şükür vesilesidir.

Hulâsa;

Eğer kul, kalbini her noktada şükretmeye açmış ve coşkun bir şekilde «hamdolsun» diyorsa, ehli şükür olmuşsa, Cenâb-ı Hak ona yüce bir hikmet nasip etmiştir. Yani hikmet şükre, şükür de hikmete bir kapı. Yani şükür, hayatın da hikmetin de merkezinde.

Çünkü;

Şükreden kimse iştahlı olur. İştah ise, sıkılmadan tekrar etmenin şartıdır. Bu yüzden son nefese kadar istikrarlı bir kulluğun gerçekleşmesi, ancak şükürle mümkündür.

O hâlde şükür;

İnsanı, îman hususunda ömür boyu iştahlı yaşatan bir lütuftur. İbâdetlerde kezâ, ahlâkta kezâ, fazîletlerde kezâ. Şüphesiz, İslâm’ın muazzam fazîletleri var. Fakat onları sergileyebilmek;

Liyâkat istiyor,

Fedâkârlık istiyor,

Maharet istiyor,

Bambaşkalık istiyor,

Bazen kahramanlık istiyor,

Bazen candan da vazgeçmek istiyor.

Kısaca;

Her şeyde illâ ve illâ Hakk’a yöneliş istiyor.

Meselâ;

Sabır büyük fazîlet, affetmek büyük fazîlet, Allah için infak büyük fazîlet, Allah yolunda bir başkasının sıkıntısını gidermek büyük fazîlet, insanı eğitmek en zor iş, en büyük fazîlet. Fakat tüm bu fazîletlerde başarılı bir karakter ortaya koyabilmek, aslında zorun zoru! Başarmanın yolu:

Yine şükür.

Ömür boyu iştah ve istikrarı sağlayan bir şükür. Hiç bıkmayan bir şevk olarak şükür. En zor girdaplara rağmen sudaki balık gibi bir canlılık veren bir şükür.

Bu şükür, çok büyük bir hakikat.

Bu şükür;

Dilimizi kuru kuru kıpırdatmak değil. Yaşayışımızın ispatıyla Hakk’a arz edilen bir olgunluk.

Eğer;

Bunun hikmeti kalbimizde köklenirse, şükrümüz sonsuz ve taptaze meyveler verir. Böyle bir şükürle biz de, onun doyumsuz meyveleri olan gayretlerimiz bahsinde her hâlükârda iştah içinde oluruz.

Onun için;

Hikmeti Allah ancak şükür noktasına ulaşalım diye vermiş. Her nimete şükredelim, rahmete şükredelim, hayata şükredelim, her nasibe şükredelim diye vermiş. Her hususta mutlaka şükür hâlinde olalım diye. Sıkıntı ve ferahlıkta, darlık ve bollukta, zorluk ve kolaylıkta illâ ki şükredelim diye…

Zira;

Şükrederek namaz kılan, bu ibâdete ömür boyu doyamaz. Şükrederek infâk eden de cömertliğe doyamaz. Şükrederek affedici olan da, merhamete doyamaz. Şükrederek duâlar eden de, Hakk’a yalvarmanın lezzetine doyamaz. Şükrederek eğitimle meşgul olan da, insan yetiştirmeye doyamaz. Şükrederek okuyan da, tilâvet etmeye doyamaz. Şükrederek yüce kelâmı dinleyen de, Hakk’ı işitmeye doyamaz.

Yani;

Hangi hususu şükürle gerçekleştirebiliyorsak, o hususta İslâm ahlâkını gerçek mânâda yaşayabilmiş oluruz. Fakat hangi meselede şükür noktasını kaybetmiş isek, o mevzuda maalesef İslâm ahlâkında sınıfta kalırız.

Bu bakımdan;

Allâh’ın, iki dünyada da talip olduğumuz ebedî rahmet ve merhameti, bizden sonsuz şükür istiyor. Şükür istikametinde davranış istiyor. Daha doğrusu Hazret-i Mevlâ, bizden her hususta şükretmeye uygun bir hayat istiyor. Şükretmeye uygun bir kulluk istiyor. Şükredebileceğimiz bir îmân istiyor. Şükredebildiğimiz bir namaz istiyor. Şükredebileceğimiz bir dua istiyor. Şükretmeye uygun bir ilim ve irfan istiyor. Yani ne yaparsak, hepsinin de şükredilebilecek bir vasıfta olmasını istiyor.

Herkes kendini muhasebe etmeli;

‒Şu mevzuda şöyle yaptın! Peki şükredebilir misin bu davranışına? Nefsinle değil kalbinle evet diyorsan, devam et. Fakat şükredemeyeceğin bir davranışsa bu, o vakit asla yapma!

‒Konuştuklarına ve anlattıklarına Allah huzûrunda şükredebilir misin? İhlâsınla evet diyebilirsen, tamam. Diyemezsen, nefsin çıldırsa bile sus, hiç konuşma!

‒Ömrünü gömdüğün hayat rotana Hak terazinin başında şükredebilir misin? Kur’ân ve Sünnet’e göre evet diyebiliyorsan, istikametini terk etme. Hayır diyorsan, hemen sırât-ı müstakîme dön!

Velhâsıl ne yapacaksan, kendine ilk önce;

«‒Bunu yaptığıma şükredebilir miyim?» diye sor! Şükredebileceğin şey ne kadar zor ve acı olsa da asla vazgeçme! Şükredemeyeceğin şey de ne kadar tatlı ve kolay da olsa sakın meyletme! Unutma Allâh’ın beğeneceği yegâne îman, yegâne kulluk, yegâne davranış ve yaşayış, ancak coşkuyla şükredebileceğindir.

Bir bak;

Yapacağın şey içine sindi mi? Sinmedi. Sakın yapma! Şükredemeyeceğin bir şeye hiç sürüklenme. Düşün;

Tembelliğe şükredebilir misin? Edemezsin. Hiç durma, gayrete koş!

Gaflete şükredebilir misin? Edemezsin. Zerre kadar bile bulaşma!

Kötü söz söyledin, şükredebilir misin? Edemezsin. Öyleyse dilini tut!

Boş konuştun, şükredebilir misin? Edemezsin. Ağzını kapat!

Cimriliğe ve israfa şükredebilir misin? Edemezsin. O hâlde cömert ol!

Bu bir terazi:

Ne yaparsan, şükredebileceğin bir şeyi ve ancak şükredebileceğin şekilde yaptıran bir düstur.

İşte bu;

Bizim bütün ömrümüzü kuşattığı an, bu fânî hayat ebedî bir mükâfat ile sonsuzlaşıyor. Ne kadar doğru buyurmuş Hazret-i Allah:

وَمَنْ يَشْكُرْ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪

“Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur.” (Lokmân, 12)

Hiç kimse, şükretmekle O’na iyilik yapmış olmuyor. O’nun bizim şükrümüze, övgümüze, kulluk ve ahlâkımıza, hiçbir şeyimize ihtiyacı yok çünkü.

Şükür;

Sadece bize ilâç. Bizi toparlayan bir derman. Bizim îmânımızı hakikatle yoğuran bir devâ. İbâdetlerimize karşı bağrımızda devamlı iştah tazeleyen bir iksir. Şükretmek bize faydalı. Şükreden kendi îmânını kurtarıyor. Şükreden kendi ibâdetlerini kurtarıyor. Şükreden kendi ahlâkını ve yaşayışını kurtarıyor. Şükreden kendini kurtarıyor.

Buna rağmen;

وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِىٌّ حَم۪يدٌ

“Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Lokmân, 12)

Âyet çok açık:

Şükretmeyen nankörler, -hâşâ- yüce Allâh’a bir kötülük sıçratmış olmuyor. O’ndan bir şey eksiltmiş de olmuyor. Allah zaten sonsuz Ganî, sonsuz Hamîd. Bundan dolayı kullarına;

“…(İnsan) ister nankör olsun, ister şükretsin (ancak kendisine)…” (el-İnsân, 3) diyor.

Bu gerçeği;

Ehl-i hikmet ve ehl-i şükür olanlar, bir başka anlar.

Ne mutlu hikmetle şükredenlere!

Ne mutlu ömür boyu şükre değer davranışlar sergileyenlere!

Ne mutlu îmânı şükredilecek bir îman, amelleri şükredilecek sâlih ameller, hayatları da şükredilecek müstesnâ bir yaşayış olanlara!

Yâ Rab!
Nasîb et!
Âmîn…