ECDÂDIN «DÜNYA»SI

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zamanında, fetihlerle birlikte müslümanların eline geniş imkânlar geçmişti. Nil Nehri’nin taşmasıyla sulanan geniş Mısır arazilerinden, Dımaşk çarşılarından, tarihî ipek ve baharat yollarından bolca vergi geliyordu. Mü’minlerin Emîri; ele geçen bu imkânlardan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ezvâc-ı tâhirâtına da pay ayırdı. Hazret-i Âişe Annemiz’in payına da on bin altın düşmüştü. Âişe Annemiz; daha o gün içinde altınları Medine ahâlîsine dağıtırken, kendisine iftarlık yiyecek bir şeyler almayı bile düşünmedi. Diğer sahâbelerin de farkı yoktu. Hazret-i Ali Efendimiz’i ziyarete giden bir şahıs; onun yanındaki bir torbadan kavrulmuş un çıkarıp, bir kap içinde suyla karıştırdığını; o öğünde yemeğinin bundan ibaret olduğunu söylemiştir.

Sonraki nesiller arasında da bu sade hayat ve azla yetinme ahlâkını sürdürenlere «zâhidler» denildi. Zâhidlerin en meşhurlarından Hasan-ı Basrî’nin annesi Hayre; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcelerinden Hazret-i Ümmü Seleme’nin âzadlı câriyesi olduğu için, çocukluğunda Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ailesi ve ashâbından çok ilim öğrenmiş ve feyz almıştı. Onun ihyâ ettiği zühd, takvâ ve mâneviyâtın kaynağı; tamamen ashâb-ı kirâmın hayatından ibaretti.

Bizim Anadolu halkımızın mütevâzılığı ve kanaatkârlığında onların örnekliği önemli bir yer tutmuştur. Hattâ dergâhlarda pişirilen çorbalar dahî, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in suffe ashâbı için hanımlarına hazırlattığı çömlek yemeğinden ilhamını almıştır. Ashâbın bildirdiğine göre Efendimiz; iki kişinin zorlanarak taşıdığı büyük bir kazanda yemek pişirilmesini emreder, kendisi de fakir sahâbeleriyle birlikte diz çöküp oturarak o yemekten yerdi. Bazı hadîs-i şeriflerde bu yemeğin, çevrede yetiştirilen sebzeler ile çoğaltılarak herkese yetmesinin sağlandığı bildirilmiştir. Ekseriyetle de bu sebzeleri yetiştirip ashâba ikrâm edenler, ensardan hizmet ehli hanımlardır.

Anadolu müslümanları; semâların ötesine uzanan bir mâneviyâtı hayata geçirirken, bir yandan da ayağı toprağa sağlamca basan bir medeniyet inşâ etmişlerdi. Toprak üzerinde çalışıp nefsini meşgul eden, çalışıp çabalayarak her ihtiyacını kendisi temin eden, kimseye el açmayan, kimseye özenmeyen, Allah’tan başkasına boyun eğmeyen şahsiyetli bir İslâm medeniyeti…

Üstünlüğü israfta, tüketimde, gösterişte değil; yüksek ahlâk ve fazîlette arayan, asil bir medeniyet…

Bugün içinde yaşadığımız çağda; ninni yerine reklâm şarkıları dinleyerek, her baktığı köşede reklâm afişleri görerek yetişen nesle bu medeniyeti nasıl anlatacağız?

Her cemiyet, hayat tarzı ile birlikte bir insan tipi yetiştiriyor. Eski zamanda bir genç, dünyaya geldiği anda kulağına ezan sesi okunur; her gün beş vakit ufuklarda yankılanan tekbirlerle Allah’tan başka büyük olmadığına olan inancı tazelenirdi. Evinin bahçesinde dolaşmaya başladığı zaman, mahallenin camisinin minaresinden daha yüksek bir bina görmezdi.

Bed’-i besmele veya «âmîn alayı» ile sıbyan mektebine başladığı veya bir usta yanına çırak olarak verildiği zaman da yine bin bir duâlar, nasihatler işitirdi. Sokakta koşup oynamaktan terlese, çeşmeden su içse, üzerindeki kitâbede bazı nasihatler ve o çeşmeyi yaptıran hayırsevere duâ etmesini hatırlatan cümleler görürdü.

Hemen her sokağın köşesinde bir türbe, yanında mescidiyle, dergâhıyla, oradan geçerken elini açıp ruhlarına Fâtiha okumasıyla, mezar taşlarının üzerinde «Hüve’l-Bâkî» hatırlatmasıyla, devamlı âhiretle, mâneviyatla haşır neşir olurdu o çocuk…

Çarşıda ustası, mesleğin inceliklerini öğrettiği kadar meslek ahlâkını da öğretirdi. Asker ocağı, aynı zamanda peygamber ocağıydı. Dünya evi denilen evlilikte bile kız istemeye gidilince;

«Allâh’ın emri, Peygamber’in kavliyle…» diye istenir; nikâhlar duâlarla kıyılırdı.

Eski İstanbul sokaklarında hayat; ölümle, âhiretle, âhiret hazırlığı için ibâdetle, hayır-hasenatla iç içeydi. Her bir köşede bir vakıf eser, ya susuzların bağrını serinletir veya namazını edâ edeceği serin bir gölgelik sunar. Vakıfların ihtiyaçlarına harcamak için arasta çarşıları da hemen yakındadır. Esnaf; hem dükkânlar için ödediği kira ile vakfı ayakta tutar hem de zekâtı, hayır-hasenâtıyla mahallelinin fukarâsını görüp gözetir.

Eyüp Sultan Camii ve çevresi o devrin bir nümûnesi olarak, yaşayan bir tarih gibidir. Mezar taşlarındaki ince işlemeler, ölüme ve ölüm ötesine karşı hissedilen güzel duyguların ifadesi gibidir. Modern dünyanın ölümden gözünü kaçırmak istemesi, ölümü hatırlatmak istediğinde ise hep kuru kafa ve iskelet gibi korkutucu sûretlerle temsil etmesinin aksine; ölüm bizde ferah bir manzara ile temsil edilir. Cennet manzarasını hatırlatan yemyeşil bir bahçe ve temiz ruhları temsil edercesine bembeyaz mermer üzerine hikmetli sözler nakşedilmiş mezar taşlarıyla ölüm öylesine yakın, öylesine tabiîdir ki…

Ölüm ne kadar tabiî ise, hayat da o kadar saf ve temizdir. Dükkânlarda ekseriyetle en temel ihtiyaç maddeleri satılır. Lüks, israf sayılabilecek fuzûlî maddelere pek ihtiyaç duyulmaz. İhtiyaçlar sınırlı olunca, hem herkes daha kolay temin eder hem de mahrumların hâcetlerini görmek için de imkân bulunur. Üretim maddeleri için ne fosil yakıtlar tüketilir, ne çevre kirliliği meydana gelir, ne de canlıların nesli tükenir.

İnsanlar çılgınca eğlencelere ihtiyaç duymaz, çünkü kimsenin canı sıkılmaz. Herkesin yapacak işi, hizmeti, ibâdeti vardır. Kalan zamanda da akrabayla, komşuyla, ahbaplarla ârifâne ve nezâketli sohbetler edilir, gönüller şenlenir.

Hayat âdildir; gönüller huzurludur. Kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı, haset etmediği, ufak tefek insânî duygular olsa bile bunların yanlış olduğunun bilinip tevbe edildiği bir cemiyet ahlâkı vardır. İnsanlar arasında seviye farkı olsa da bunlar hürmete, hizmete, sahiplenmeye ve ıslaha vesiledir.

Her insan; hayatının ilk zamanında gençtir, acemîlik zamanında büyüklerinden rehberlik ve yardım görür. O da bu rehberliğe karşı minnetle, hürmetle, hizmetle karşılık verir. Onların yaşına geldiği zaman da kendisinden sonraki nesilden hürmet görme sırası ona gelir.

Bugün insanlar güya çok ilerlemiştir ama ahlâkî yönden ise âdeta vahşîliğe doğru geri gitmektedir. İnsanların markalı kıyafetlerle, otomobillerle, etiket ve unvanlarla birbirini ezdiği, birbirinin ihtiyaç ve sıkıntılarına ilgisiz kaldığı bir cemiyet yapısı nasıl medenî sayılabilir?

Karıncalar ve arılar bile karşılaştığı arkadaşı yiyecek bulamamışsa kendi rızkından bir parça verip onun açlığını gidermeyi vazife bilirken nasıl olur da insanoğlu onlardan daha vahşî davranabilir?

İhtiyaç sebebiyle değil, sırf gönül huzursuzluğu, can sıkıntısı ve aşağılık duygusunu bastırmak için daima tüketen modern insanla; kaynakların israfı, çevre kirliliği ve benzeri bunca problem nasıl çözülebilir?

Bugün Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sünnetleri arasında en çok ihmal ettiğimiz zühd sünneti, aslında en çok ihtiyaç duyduğumuz bir ahlâk kaidesi. Bu kaideyi ihyâ etmeden İslâm’ı hayata geçirmemiz mümkün olabilir mi?