NASIL ÖLMEK İSTERSİN?

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Bugün günlerden cuma. Yeni taşındığım bu şehirde kılacağım ilk cuma namazı. Cami büyük, güzel, tertemiz. Kürsüde hocaefendi vaaz ediyor. Kulağım onda, gözüm cami içindeki yazılarda. Kubbedeki motifler, süslemeler, renkler çok nefis. Cenâb-ı Hakk’ın 99 ismi (güzel isimleri) sağ, ön ve sol tarafa çok güzel bir hatla, ince, uzun bir şerit şeklinde yazılmış.

Vaiz efendi 30-40 kişilik cemaate biraz kırgın, biraz sitemle heyecanlı bir şekilde konuşuyordu:

“Muhterem kardeşlerim! Ezan yakın, camide kaç kişi var? Gördüğünüz gibi bir avuç insan. Ama ezan okununca cami dolacak, bin kişi olacak. Kimse bizi dinlemek istemiyor, bilmek istemiyor. Ölüm var kardeşim ölüm… Ölümü unutturmuşlar bize, eskiden mezarlıklar şehrin ortasında olurdu; şimdi şehrin en dışına, uzağına götürdüler. Ölümü hatırlamak istemiyorlar. Cenaze namazını bile mezarlıkta kılıyorlar. Ben bu camiye göreve geleli iki yıl oldu, bir veya iki cenaze namazı kıldırdım. Biz dünyaya öyle dalmışız ki malı, mülkü, makamı âdeta ilâh edinmişiz. Dünyaya çalıştığımızın yarısı kadar âhirete çalışsak bu bize yeter…

Namaz kılanlar memleketimizde çok azaldı. Yapılan araştırmaya göre cuma namazı kılanlar nüfusumuzun ancak yüzde kırkı-kırk beşi; vakit namazı kılanlar yüzde onu bile değil.

Acayip ilâhiyatçılar türedi. Adam sünneti inkâr ediyor, kendine göre yorum yapıyor, din üretiyor. İmam hatipliler namaz kılmıyor. Bu gidişâtın sonu ne olacak?..

Atalarımız, dedelerimiz göçüp gitmedi mi? Eskilerden kim kaldı? İbret almayacak mıyız? Sıra bize de gelmeyecek mi? Ölüme hazır mıyız?..

Hazret-i Ömer Efendimiz ücretle adam tutmuştu. Her gün kapısına gelip;

«–Ölüm var ölüm yâ Ömer!» diyordu.

Osmanlı vezirlerinden Sinan Paşa da böyle bir adam tutmuştu, her gün kendisine;

«–Falan ölmüş, filân ölmüş; bir gün duyan Sinan ölmüş.» dedirtiyordu.

Şimdi ne günlere kaldık! Duymuşsunuzdur, adam bir mezarlığın giriş kapısındaki;

«Her nefis ölümü tadacaktır.» âyet-i kerîmesinden rahatsız oluyor, kaldırılmasını istiyor…”

Vaiz efendi bunları anlatırken içimden şöyle bir düşünce geçti:

“Elime bir mikrofon alsam, sokakta, pazar yerinde, cami avlusunda bazı insanlara;

«–Nasıl ölmek istersin?» diye bir soru yöneltsem, acaba insanlardan nasıl bir tepki alırım… Öyle umuyorum ki; bu soğuk soru karşısında, çok soğuk tavırlar ve yüz ifadeleriyle karşılaşırım. Kimi insanların şaşkın bakışlarına, kimilerinin de kızgın ve ters bakışlarına muhatap olurum muhakkak…”

Peygamber Efendimiz’in;

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz de öyle dirilirsiniz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663) sözünü bilenler ancak bu soruyu hoş görü ile karşılar ve ona göre de cevap verirler.

Îman, edep, ahlâk olarak kemâle ermiş her mü’min bu soruya;

“–Îmanlı ölmek isterim.”,

“–Rabbim güzel ve kolay ölüm nasip etsin!” diye cevap verir.

Gayesi; «Allâh’a güzel kul olmak» olan her mü’minin gönlünde yer eden, dilinden düşmeyen duâlardan birisi de Yûsuf -aleyhisselâm-’ın şu duâsıdır:

“Allâh’ım! Beni müslüman olarak vefat ettir ve sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 12/101)

“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185; el-Enbiyâ, 21/35; el-Ankebût, 29/57) âyet-i kerîmesinden rahatsız olanların, mezarlıkların yanından bile geçmek istemeyenlerin, ölümü de hiç hatırlamak istemeyenlerin çoğaldığı bir zamandayız. Ne yaparsak yapalım ölüm gelecektir. Korkunun ecele faydası yoktur.

Gördüğümüz, duyduğumuz ve hocalarımızdan dinlediğimiz bazı ibretli ölüm hâlleri var. Dinlerken bile ürperdiğimiz, duygulandığımız ve kaygılandığımız olaylar. Bunlardan bazıları şöyle:

“Annem altı sene önce vefat etti. Vefatından birkaç saat önce ziyaret için hastahâneye gittim. On gündür yoğun bakımdaydı. Yoğun bakım ünitesine girdim. Vazifeli doktora;

«–Annemi son bir kez göreceğim.» dedim.

Doktor;

«–Hasta; seni tanıyacak, anlayacak durumda değil. Beyin ölümü gerçekleşti. Yine de sen bilirsin, istersen gör.» dedi.

Annemin yanına vardım, hiçbir hayat belirtisi yoktu. Yanına yaklaştım;

«–Anne ben geldim.» dedim. Gözleri kapalı olarak;

«–Sen misin oğlum?» dedi. Sağ elini kaldırdı bana doğru uzattı. Elini sağ elimle tuttum. Diğer elimle Yâsîn-i şerîfi cebimden çıkardım, hafif bir sesle okumaya başladım. Yâsîn-i şerîfin tamamını okuyana kadar elimi bırakmadı. Okumam bitince elini bıraktı. Son olarak dudakları kıpırdadı. Şahâdet kelimesi getiriyordu.

Mahzun bir hâlde, sessizce yanından ayrıldım. Birkaç saat sonra hastahâneden aradılar. Annem vefat etmişti…”

Bir başka güzel ölüm:

“İslâm’ı aşk derecesinde yaşayan, hâfız-ı kelâm, emekli imam komşumuzla «mütevellî toplantısı» için derneğimize gidiyoruz. Yolda hocam eğilerek, kulağıma;

«–Ölümüm yakın.» dedi.

«–Ölüm hepimize yakın hocam.» dedim. Biraz daha yürüdük tekrar eğildi;

«–Bir ay kadar yakın.» dedi. Sonra tekrar döndü;

«–Hattâ bir aydan da yakın…» dedi.

On beş gün sonra, bir öğle namazında, camide, secdede rûhunu teslim etti…”

Yine bir mütevellî toplantısında, ilim ve takvâ ehli değerli bir hocamız da yıllar önce bizzat şahit olduğu bir ölüm hâdisesini şöyle anlattı:

“Bir asker arkadaşımız vardı, yakın ilçemizde oturuyordu. Ağır hasta olduğunu söylediler. Arkadaşlarla toplandık, ziyaretine gittik. Yatakta yatıyor, zor konuşuyordu. Askerdeyken; iyi saz çalar, türkü söylerdi. Arkadaşlar biraz neşelensin diye, ondan; «Çekirge» türküsünü söylemesini istediler. Yatakta oturur vaziyette doğrulttular. Eline sazı verdiler. Sazı çalmaya, çekirge türküsünü zor da olsa söylemeye başladı. Biraz sonra; «Çekirge… Çekirge…» derken yanına yattı. Ses sedâ kesildi. Nabzını yokladık, ölmüştü…

Hayatı; sazla türküyle yaşadı, sazla türküyle son buldu. Bilmem kabirden kalkışı nasıl olur?..”

Yine bir başka ölüm vak‘ası, bir emekli hocamızdan:

“Köyümüzün civarında, yaz gelince; «abdal» dediğimiz (konar-göçer) hayat yaşayan insanlar çadır kurar, yazı burada geçirirlerdi. Umûmî olarak geçim kaynakları da düğünlerde «davul-zurna» çalmaktı. Büyükler bu işi yapar, kadınlar ve çocuklar da dilenirdi.

Bir gün sabah namazından sonra camiden çıktım, eve gidiyorum. Sabahın erken vaktinde, çadırın birinden yanık yanık zurna sesi geliyor. Düğün değil, bayram değil, bu saatte zurna çalmazlardı; «Hele bir varayım, sorayım.» dedim. Çadıra yaklaşınca seslendim;

«–Çadırda kim var, bir baksın!» dedim. 15-16 yaşlarında bir genç çıktı içeriden;

«–Oğlum bu saatte nedir bu zurna çalma?» dedim.

«–Ağam! Bu gece babam öldü, millet toplanmadan son olarak babamın başucunda en sevdiği havayı çalayım dedim…» diye cevapladı.

Ne diyeceğimiz bilemedim; gülsen olmaz, kızsan olmaz, döndüm eve geldim…”

İşte ölüm kimine Kur’ân’la, kimine namazda gelir. Kimine de sazla, zurnayla gelir.

Yûnus Emre Hazretleri’nin;

Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez!

mısraını, bugün camideki cemaate söylesek, onlara bile çok ağır gelir bu söz.

Efendimiz’in buyurduğu gibi, inanıyoruz ki:

“Nasıl yaşarsan öyle ölürsün, nasıl ölürsen öyle dirilirsin.”

Velhâsıl, insan nasıl ölmek istiyorsa öyle bir hayat sürmeli. İçkili, türkülü, zurnalı bir ölüm mü, secdede bir ölüm mü istersin?

Seçim senin…

Mümkün mü ölümden kaçıp kurtulmak?
Gelir bir gün mutlak, istemesen de!
Var mı şu cihanda hayatta kalmak?
Öleceksin bir gün; «Ölmem!» desen de!