DALGALAR GEMİYE GİRERSE

Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Bizden önceki nesiller, dünya malına çok fazla rağbet etmediler. Kendi ihtiyaçlarını giderecek kadar bir varlığa sahip olmuşlarsa ona kanaat ettiler, bundan daha fazlasına sahip olmaktan ve onun hesabını verememekten korktular. Sahip olduklarına ve ihtiyaçlarını karşıladıkları miktarlara titiz davranarak, helâl ve haram çizgisine riâyet ettiler. Bu hassâsiyet hem sahip olduklarına bereket olarak hem de içtimâî hayata sulh, sükûn ve saâdet olarak yansıdı.

Dünya malına çok fazla ehemmiyet verilmeyen, onun bir vasıta olduğunun idrâk edildiği bir cemiyette insanlar; birbirlerine rakip olmazlar, aksine birbirleri ile yardımlaşırlar. Muhtaçları ve mahrumları koruyan, gözeten ve onları cemiyetin dışına itmekten ziyade, içtimâî hayatın içinde onlara yer ayıran bir hassâsiyete sahip olurlar.

Böyle bir cemiyette; hiç kimse kendisi için değil bilâkis kardeşi için yaşar. Böyle bir toplumda; kanaat hâkim olur, insanlar akşam olduğunda yuvalarına dönerler, çoluk çocuklarıyla ilgilenirler, onların eğitimi ve terbiyesi ile meşgul olmayı en önemli vazife bilirler.

Hasretini çektiğimiz bu cemiyet, bugünden baktığımız zaman bizlere çok uzak gelebilir. Ancak, bir nesil evveline kadar birçok şehrimizde bu minval üzere yaşanıp giden örnekler olduğunu da hatırlamak gerekiyor.

Cemiyetler, yanlış eğitim politikaları veya başkalarına benzeme hastalığı yüzünden değişime uğrarlar. Bizim de böylesi bir süreç neticesinde, modern (!) dünyanın tuzaklarıyla zihinlerimiz işgal edildi. Artık; harcayamayacağımız kadar çok para kazanmaya, oturamayacağımız evleri satın almaya, binip eskitemeyeceğimiz arabalar satın almaya başladık. Aile yapımız, cemiyet hayatımız ve köklü müesseselerimiz şekil değiştirdi, tüketim arttı; ihtiyaç için değil, lüks yaşamak ve nefislerimizi tatmin etmek için ölçüsüzce harcamalar yapmaya başladık. Ölçüsüz harcama ve lüks yaşama ihtirası, insanları daha çok kazanmaya, dolayısıyla daha fazla çalışmaya mecbur etti; bunun neticesi olarak insanlar tâat ve ibâdetlerini terk edip, dünyaya meyillerini artırdı.

Böyle bir değişim ve dönüşüm; İslâmî hassâsiyeti olmayan, dünya için yaşayan, gününü gün eden ve hayatı gezmek, tozmak, eğlenmek olarak gören belli kesimler için elbette herhangi bir rahatsızlığa sebep olmadı, bilâkis memnuniyetle karşılandı. Ancak, her imkânın bir imtihan olduğuna inanan müslüman kesim açısından; geçmiş ve bugünün ahvâlini değerlendirdiğimiz zaman, son derece tehlikeli, bir o kadar da rahatsızlık verdiğini söylememiz mümkün.

Bu tehlike hususunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“… Allâh’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben; sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin de önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikāk, 7; Müslim, Zühd, 6) buyurması dikkatlerimizi çekmek durumundadır.

Bugün, dünyanın bütün imkânları, müslümanların önüne serilmiş durumda. Bu imkânlar; birtakım müslümanları sarhoş etmiş, hakikatleri ve dünyanın geri kalmış bölgelerinde yaşayan insanların acılarını ve problemlerini görmelerini engellemeye başlamıştır.

Bu hususta kalem erbâbının şu veciz ifadesi tam da yerini bulmaktadır.

Servetle biz sanırdık, esbâb-ı râhat artar,
Râhatla zannederdik dilde sükûnet artar,
Bulduk bir ehl-i tahkîk sorduk hakikatinden;
«Servetle» dedi «gaflet, râhatla illet artar. (Hazmî)

Bir müslümanın çok parasının olması veya zengin olması, elbette kerih görülecek bir şey değildir. İslâm dîni, birtakım beşerî ideolojiler gibi mülk edinmeyi yasaklayıp, her şeyi tek elde toplamaz. İslâm’a göre mülk Allah Teâlâ’nındır. İnsan, dünyada sahip olduklarının yalnızca emânetçisidir. Şayet bir insan elinde bulunan mala dair, dînin emrettiği gerekleri yerine getiriyorsa, o mal onun için sürekli ecir kazanacağı bir kapı da açabilir. Buradaki ölçü; malı/parayı, nereye koyması gerektiğini iyi belirlemek olacaktır.

Bu ölçünün tam mânâsı ile anlaşılması açısından Hazret-i Mevlânâ’nın;

“Şayet deryâ, geminin altında bulunursa ona istinatgâh olur. Fakat dalgalar geminin içine girmeye başlarsa onu helâke götürür.” sözünü nakletmek yerinde olur kanaatindeyim. Hazret burada; gemiyi kalp, dalgaları ise dünya malı olarak nitelemekte, dünya malının kalbe girmesiyle, kişinin kendisini helâke götürebileceğini bizlere tembih etmektedir.

Paranın yerinin, kasa ve kese olduğunu söyleyen hikmet ehli; onun kalbe konulması hâlinde önce kalbi öldüreceğini ve ardından bütün bir sistemi teslim alacağını bizlere haber vermektedir. Bir insanın kazancının helâl veya haram olmasının, o insanın bütün yaşantısını etkileyebildiği bir hakikattir. Nitekim gönül ehlinin;

“İnsan şahsiyetine tesir eden iki mühim müessir vardır:

Birincisi muhabbet besleyip beraber olunan insanlar,

İkincisi ise gıdâsı ve kazancıdır.” tarzındaki sözleri boşuna değildir.

Şüphesiz ki dünya hayatı geçicidir ve içindekiler de kıymetsizdir. Ancak bu dünyada sıhhat ve afiyetle yaptığımız amellerimiz, sahip olduklarımızı rızâ-yı ilâhîye uygun olarak kullanmamız neticesinde, âhiret hayatımızı kazanmaktayız. O hâlde dünyaya gelirken sahibi olmadıklarımızı ve buradan ayrılırken peşimizde götüremeyeceğimiz şeyleri, boşu boşuna kendimize yük etmeyelim. Ekelim, biçelim, emâneti sahibine teslim edip, ecrini yüklenerek asıl yurdumuza gidelim.

Mevlâ Teâlâ; doğduğumuz gün gibi, bu dünyadan tertemiz ve günahsız olarak âhiret yurduna göç etmemizi nasip eylesin. Kendi muhabbeti dışında hiçbir şeyi kalplerimize yerleştirmesin inşâallah.