İNSANIN DÜNYA İLE İMTİHANI
B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com
İnsana, hikmetine binâen; hem dünya, hem de âhiret mekân olarak tahsis buyurulmuştur. Ancak ikāmet müddetleri birisinde ebedî, diğerinde ise onun yanında bir hiç mesâbesinde, bir anlık zaman müddetincedir. İnsana lutfedilen aklın îcâbı odur ki; her birine lâyık olduğu kadar kıymet verile. Buna işaret bâbında, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini hevâsına tâbî kılan ve Allah’tan dilek(ler)de bulunup duran (bunu yeterli gören) kişidir.” (Tirmizî, Kıyâme, 25) buyurur.
Nitekim vefatından sonra Ebûbekr-i Şiblî Hazretleri’ni rüyada cennet nimetleri içinde görüp;
“–Bu dereceye nasıl kavuştunuz?” diye sorduklarında buyurur ki:
“–Dört yüz hocadan ders okudum. Dört bin hadîs-i şerif ezberledim. Bunlardan birini kendime rehber edindim, onunla hakkıyla amel ettim. Böylece hem dünya, hem âhiret saâdetini ele geçirdim. O hadîs-i şerif şudur:
«Dünyada kalacağın kadar dünya için, âhirette kalacağın kadar da âhiret için çalış! Allah Teâlâ’ya, muhtaç olduğun kadar itaat et! Ateşe dayanacağın kadar günah işle!»”
İnsana takdir buyurulan ömür, onun dünya ile imtihanıdır. Basîret ve firâsetin îcâbı, her şeyin hakkını lâyıkıyla vermektir. Kulunu mahlûkātın en şereflisi olarak yaratan Allah Teâlâ; onun bu imtihanın üstesinden gelerek saâdete ulaşabilmesi için, her türlü imkânı ona bahşetmiştir. İnsanın «Elest Bezmi»ndeki ahdi çerçevesinde; nefsine râm olmayıp, iradesinin sevkiyle ilâhî rehberlerin izini takip etmesi; mükâfâtı Hakk’ın rızâsı ve iki cihan saâdeti olan bu imtihanı kazanması demektir.
Dünya malı; âhirete giden yolda, varlığı ile de yokluğu ile de insanın imtihanı olan bir nesnedir. Öyle ki; kaygısı âhiret olana hizmet eden, nefsine râm olanı ise esir alan bir varlık olması hasebiyle, mevcûdiyeti daha ağır imtihandır. Bu hususla alâkalı olarak; Kur’ân-ı Kerim’de;
“Sonra, o gün nimetlerden sorguya çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurulur. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“Fakirler, cennete zenginlerden beş yüz sene önce girerler.” (Tirmizî, Zühd, 37) buyurması, bu hususiyete işaret sadedindedir. Bu cümleden olarak, Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- gibi niceleri «ne güzel kul» makamına yükselirken, Kārun gibi nicelerinin helâk olmaları, bu keyfiyetin ibretâmiz bir neticesidir.
Dünya malı; gönlü çelen, nefsi kışkırtan bir tesire sahiptir:
“Dört halîfe döneminde; özellikle Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman’ın halîfelik dönemlerinde İslâm ülkesi genişlemiş, Mısır ve İran fethedilmiş, uzak diyarlardan gelen vergi ve ganîmet malları sebebiyle Hicaz’da bir zenginleşme olmuştu. Bu dönemde sahâbeden Ebû Zer el-Gıfârî; lükse ve konfora yönelen, ikram ve infâkı ihmal eden kişileri vaazlarında şiddetle tenkit ediyordu. Hazret-i Peygamber’in hanımı Hazret-i Âişe Vâlidemiz de şöyle demişti:
«Eğer Rasûlullah -aleyhisselâm- bugün hayatta olsaydı ve kadınların (moda hâline getirdikleri) bu giyim kuşamı görseydi, onları namaz için mescide gitmekten men ederdi.»”1
Bir hadîs-i şerifte; «dünyanın, Cenâb-ı Hakk’ın yanında âhirete nisbetle bir sinek kanadı kadar kıymeti olmadığına» (Tirmizî, Zühd, 13) işaret buyurulur. Yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halîfesi olmaya lâyık görülen insanın, böylesine değersiz bir nesneyi hayatının gayesi hâline getirmesi, nasıl îzah edilebilir? Nitekim bugün, her gün biraz daha yaşanmaz hâle getirilen dünyamızın kan ve ateşler içinde çırpınması; batı kaynaklı dünyevî cereyanlara kapılıp, rahmet iklimine hasret kalmış bu rûhî sefâletin tezâhüründen başka ne olabilir? Gönül sultanlarından Mahmud Sâmi Efendi -kuddîse sirruhû- Hazretleri’ne Adana’da babasından çok geniş araziler, dükkânlar mîras kalmış olmasına rağmen;
«Belki kul hakkı karışmıştır.» diye düşünerek bu mîrâsı almamış, İstanbul Tahtakale’de bir nalbur dükkânında muhasebe tutarak geçimini temin etmişti. Gönül ehlinin dünya malına bu bakışı, «on paralık» mîras için birbirlerini kırıp geçiren aile fertlerine, ihtiraslarına esir olmuş insanlara rahmet aşısı olacak mâhiyettedir.
Sâlih kulluğun vasfı olan, dünya ve âhirete taşıdıkları önem kadar değer verme hâlini ifade eden «zühd» mefhumu; dünyadan yüz çevirmek, onu reddetmek mânâsına gelmez. Kur’ân-ı Kerim’de;
“Namaz kılınınca, artık yeryüzüne dağılın; Allâh’ın lutfundan nasibinizi arayın…” (el-Cum‘a, 10) buyurulur. Mesele; bir emânet hükmündeki servetin yerinin kalp değil, kasa olduğunu bilmektir. Bu hususun şuurunda olan zevât-ı kiramdan İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bir gün ders verirken, yanına gelen bir haberci; «Kendisine ait kervanın soyulduğunu» bildirir. Mübârek İmam, kısa bir düşünmeden sonra;
“–Elhamdülillâh!” diyerek, dersine devam eder. Biraz sonra aynı kişi tekrar gelerek, «getirdiği haberin yanlış çıktığını, soyulan kervanın kendisinin olmadığını» söyler. İmam Hazretleri, tekrar kısa bir duraklamadan sonra, yine;
“–Elhamdülillâh!” diyerek dersine devam eder. Talebeleri, bu iki ayrı hâl karşısındaki aynı davranışının sebebini sorduklarında; hocaları durumu şöyle açıklar:
“–Kervanımın soyulduğu haberi gelince, kalbimi yokladım; soyulan malım için bir üzüntü olmadığını anlayınca, şükrettim. Kervanımın soyulmadığı haberi gelince de, kalbimde bir sevinç hissetmediğimi anladığım için şükrettim.”
Her fazîlet, kemâlâtın inşâsında birbirini tamamlar mâhiyette olup; kâmil bir şahsiyet, mezmum hasletlerden de berîdir. Dünya malının bir emânet olarak kabulüyledir ki; cömertlik, zühdün en bâriz tezâhürlerinden birisi hâline gelir.
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece cömertti. Sahâbeden bazıları gelip O’ndan bir şeyler istediğinde elinde avucunda ne varsa verirdi. Bir defasında yine bir kişi gelip talepte bulundu. Peygamber Efendimiz evine haber gönderip;
«–Evde verecek bir şey kaldı mı?» diye sordu.
«–Kalmadı.» diye haber gelince ashâbına dönüp;
«–Bana borç verecek kimse var mı? Şu adamı boş çevirmeyeyim.» deyip borç alarak infak ve ikrâma devam etmişti.”2
Bir hiç mesâbesindeki dünyada, saâdete ulaşmak için her şeyini fedâ etmeye râzı olan insan, bu Zümrüdüanka kuşunun peşinde, çoğu zaman seraplara kanıp hüzün çöllerinde kendini tüketir. Bu sukut-i hayâlin başlıca sebebi ise; her şey apaçık ortaya konulmuş iken bunu göremeyip, çıkmaz yollara sapmaktır. Hâlbuki meselenin esası, her şeye lâyık olduğu değerle bakmaktır.
“Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- şöyle duâ ederdi:
“Yâ İlâhî! Dünyayı bana genişlet ve beni ona karşı zâhid kıl.” Yani; «Bana önce dünyayı ver, sonra onun âfetlerinden korunmak için sevgisini gönlümden al ve ben kendi irade ve arzumla fakr içinde olayım.» (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 428-429)
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; bu ihlâsın kazandırdığı hayat tarzıyla, sahip olduğu yüce makamlara kavuşmuştur. İrfan ehli, hayatın gayesini; «kesb-i kemâl edip, seyr-i cemâle ermek» olarak hulâsa eder. İnsan için dünya ile imtihanını kazanıp hakikî saâdete, iki cihan saâdetine ulaşmak; mes’ul olduğu her şeyin hakkını lâyıkıyla vermekle, «dünyaya karşı zâhid olmak»la mümkündür.
_________________________________
1 Prof. Dr. Necdet TOSUN, Altınoluk, s. 404.
2 Prof. Dr. Necdet TOSUN, Altınoluk, s. 404.