HELÂL ve TEMİZ RIZKI ARAMAK

Halil KAŞIKÇI

Bugünkü gençliğin en büyük problemlerinden biri az emekle çok kazanç sağlamak, bir nevî hazıra konmak; sonra da tembellik ve atâlet. Çünkü fıtratta, dünya ve ânı yaşama var.

Bir iş tutma gayreti, öğrenme çabası, başından başlayıp kendini ispat ede ede ilerleme; yani çıraklık, kalfalık devresinde sabır gösterme, dolayısıyla ustalığı bi-hakkın elde etme… Bütün bunlar maalesef şimdilerde rastlanan şeylerden değil.

Makam, mevkî, barem ve kıdem gibi dünyalık dereceler için okunan okullar, lise ve üniversite diplomaları… Gayesi sadece dünya olan çabalar ve direnişler.

Rızık teminini aşmış lüks tüketimden taviz vermeme çabaları. Kaybedilen helâl-haram kaygısı, çiğnenen hak-hukuk, bazen de zaafa uğramış, yerlerde sürüklenen ahlâklar… Maalesef bugünkü nesil yani gençlerimiz buna itiliyorlar âdeta. Kısa yoldan elde etme ve sonra da elde edilen şeyin değer kaybı. Kolay kazanç, düşünmeden harcama, sanki baba malı gibi…

Bunları yazarken; arabama aldığım bir emekli ustabaşının anlattıklarının, nereden nereye geldiğimizin tipik ve güzel örneği olacağı kanaatindeyim:

1980’li yıllar… Akşam; Pendik Şeyhli köyünde olan işyerimden eve giderken yolda bekleyen, tahminen altmış yaşlarında birini arabama aldım. Belli ki epeyce beklemiş; memnun oldu, sevindi. Biraz serzeniş, biraz hayat şartları, biraz da şimdiki zaman ile kendi zamanını mukayese etmesi bakımından anlatma ihtiyacı duydu herhâlde ki selâm faslından sonra anlatmaya başladı:

“–Askerden yeni gelmiştim; aileyi geçindirmem için çalışmam lâzımdı, fakirdik, babam yaşlıydı, yük omuzlarımdaydı.

O zamanlar bir fabrikaya girmek, hayatın kurtulması demekti. Maaş garanti, sigorta var, öğleyin yemek veriliyor, az da olsa sosyal yardımlar. Ben de böyle bir yer edinmeyi hedefledim, kafama koydum. Ama elimde mesleğim yoktu; arkamda beni tavsiye edecek bir tanıdık, referans olup kart yazacak bir mevki sahibini tanımıyordum. Çaresizdim.

Kartal’da banyo fayansları ve seramik yapan büyük bir fabrika vardı. Her gün kapısına 12-15 otobüs ile işçiler iniyordu. Onlar fabrikaya girdikçe; biraz umut, biraz özenti ile hayıflanıp iç çekiyordum. Karar verdim ve büyük bir azimle kapıdaki bekçiye; «İş aradığımı, kime müracaat edeceğimi» sordum. Bekçi biraz da usanmışlıkla;

«–Yok kardeşim, işçi alımımız yok!» dedi.

O günden sonra; ben her gün o fabrikanın kapısına gittim, işçilerin içeri girmesini seyrettim, oralarda biraz bekledim, sonra da bir ümitle ayrıldım. Bu hâlim 30-40 gün kadar sürdü.

Bir sabah yine kapıda bekliyorum. Birisi yanıma gelip;

«–Ben seni takip ediyorum; sen her gün buraya geliyorsun, derdin nedir?» diye sordu. «Ben de askerden yeni geldiğimi; iş aradığımı, ihtiyacım olduğunu» söyledim;

«–Gel arkamdan!» dedi. O önde ben arkada fabrikaya girdik. (Ustabaşı o unutamadığı tarihi de ayıyla günüyle söyledi ama ben unuttum.) Bana beklememi söyledikten birkaç dakika sonra, iş tulumlarını giymiş olarak yanıma geldi ve;

«–Ben bu fabrikanın ustabaşısıyım, seni burada yanımda çalıştırırım. Bu zamanda maaş falan bekleme, yalnız bizimle beraber yemek yersin. Çalışmanı beğenirsem; ahlâkın ve gidişâtın da düzgün ise, seni işe aldırırım.» dedi.

Ben sevinçten uçuyorum. Eline sarılıp öptüm ve işe koyuldum. Söylediği her işi büyük bir gayret ve titizlikle yaptım. Daha işe alınmış değildim. Bu hâl tam üç ay sürdü, yani üç ay -yalnız- karın tokluğuna çalıştım.

Herhâlde çalışmamdan tatmin olmuş, beni beğenmiş ki bir gün yanıma geldi;

«–Gel benimle!» dedi. O önde ben arkada kapısında; «İdare» yazan bir odaya girdik. Oradakilere;

«–Bu arkadaşı işe alıyoruz, gerekli evraklar ne ise getirsin…» dedi.

Bana da döndü;

«–Haydi hayırlı olsun!» dedi.

«–Böyle girdiğim fabrikadan, otuz iki yıl sonra ustabaşı olarak emekli oldum.»” dedi.

Dikkatimi çektiği içim arabayı biraz yavaş kullandım ve ineceği yere geldiğinde de ustabaşının hikâyesi bitmiş idi. Ayrılırken;

“–Şimdiki gençler kolay iş bulup, kolay ayrılıyorlar. Sonra da işsiz geziyorlar!” diye dert yandı. O, bana teşekkür etti. Ben de ona hayırlı ömürler diledim, ayrıldık.

Etkilenmiştim. Hiçbir vasfı ve tahsili olmayan bir delikanlı, gayret ve sebat ile rızkının peşinde koşmuş, eleman aramayan bir fabrikaya kendini aldırmayı başarmıştı. Orası, onun için hem mektep, hem rızık vesilesi olmuştu.

Allah Teâlâ;

“Rızkı Ben veririm.” buyuruyor ama kulundan da; gayret, sabır, sebat ve doğruluk gibi vasıflar bekliyor.

Verilen emeğin, dökülen alın terinin ibâdet olmasının ancak helâl bir rızık kazanmak şartına bağlı olduğunu da unutmamamız gerekiyor.

Allah -celle celâlühû-; helâl ve harama dikkat eden, istikamet üzere doğru yoldan ayrılmayan, işlerini ibâdet şuuru ile yapan kullarının zümresine ilhâk eylesin. Âmîn…