ASIL HÜNER

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Dünden bugüne insanoğlunun yeryüzünde varlığını sürdürdüğü her devir ve dönem, nefisleri dünyaya rapteden çeşitli câzip bağlarla dolu.

İsimleri, markaları, şekilleri her günün şartına göre değişmiş de olsa bu bağların; perde arkasında saklanan gaye hep aynı:

Unutturmak!

Ölümü, hesabı, âhireti unutturmak!

Allâh’ı unutturmak!

Öte yandan bu unutkanlıklar sadece dünyayı biraz daha fazla sevmeyi sağlayacak kadar masum ve tehlikesiz de değil. Çünkü;

Hayatımızın sadece bugünden ibaret olmadığı hususunda gafil kalınca; yaşantılarımız, hislerimiz, hassâsiyetlerimiz, rûhânî ve mânevî istîdatlarımız dumûra uğruyor.

Yarın hesap vereceğini bugün hiç hesaba katmayan niceleriyle dolu dünya.

Aksi takdirde bir insan;

Annesinin, babasının, evlâdının hayatlarını bir siyanürle sonlandırabilecek kadar cânîleşebilir mi? Asla!

Veya;

“–Cennete gitmek ve âhireti kazanmak için ne yaptın?” sorusuna gülerek;

“–Hayatım boyunca hiçbir şey yapmadım!” diye nasipsiz, bedbaht, gamsız ve ukalâca bir cevap verebilir mi? Asla!

Veya;

Namaz kılmayıp, oruç tutmayıp bunların yerine; «Ama benim kalbim temiz, iyi bir insan olmak için hep çırpınıyorum, insanlara hiçbir kötülüğüm yok, dünyaya faydalı biri olduktan sonra Allah da beni affeder…» gibi bahanelerin ardına saklanıp bir de haklı olduğu iddiasını savunabilir mi? Asla!

Veya;

Ölümden sonra başımıza geleceklere vurdumduymaz bir tavırla bugününü gün ederek hak-hukuk tanımadan nefsinin her dürtüsünde dilediğini yapabilir mi? Asla!

Fakat malûmunuz ki; bunlar gibi hattâ daha da beter sayısız örnekler gerek toplumumuzda gerek İslâm coğrafyasında gerek bütün dünya üzerinde yaşanıyor.

Hâlbuki;

Allâh’ı unutmayan, ölümü unutmayan, âhireti unutmayan bir insan; ufacık bir karıncayı dahî incitemez, kul hakkına riâyet eder, bu dünyayı sadece ebedî hayatını kazanabilmek için verilmiş bir fırsat âlemi olarak değerlendirir.

Ayrıca;

Hesap ve âhiret hakikatleriyle yoğrularak Cenâb-ı Hakk’ın emirleri çerçevesinde hakkıyla yaşandığı takdirde; insanın kendi ruh dünyasını, gönül dünyasını, tefekkür dünyasını, sosyal çevresini en güzel şekilde inşâ edebileceğinden dolayı insan bir yandan âhiretine yatırım yaparken diğer yandan bu dünyasını da daha huzurlu ve mânâlı yaşar.

O hâlde;

Maskenin makyajına aldanıp, fânî lezzetlerin sarhoşu olmamalı!

Her dâim îkaz-ı ilâhîye boyun eğmeli:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Zira;

Dünyadaki bağların câzibesine kapılıp unutkanlıklar içerisine düşerek, bu îkaza kulak asmayanlar; hayatlarında nefislerine birtakım anlık zevkleri tattırabilmiş olsalar da mâneviyatları hep boş kalmış, gönül âlemleri itibarıyla boşlukta yaşayarak asla dâimî bir huzuru yakalayamamışlardır. Son nefeslerini de zor bir şekilde hüsran ile vermişlerdir. Bu değişmez gerçeğin en meşhur örnekleri:

Kārun, Firavun, Nemrut ve onlar gibi nice zâlimler ve bedbahtlar.

Onlar için hayat;

Günahların aldatıcı lezzetleriyle geçirilmesi gereken, geçici menfaatlerin kalıcıymış gibi elde edilmesi uğruna gayret gösterilecek olan, bir defa gelindiği için dilediğince yaşanılması îcap eden, kendi mutluluklarını her şeyin üstünde ve hep üstün tutarak keyiflerinin bozulmaması gereken bir zaman dilimi olarak değerlendirilmiş.

Ölüm ise;

Câzip görünen nice bağlarla bağlanmış nazarlarında hiçbir zaman gelmesi istenmeyen korkunç bir fenalık olarak değerlendirilmiş.

Lâkin her ne kadar unutulsa, gündem edilmese yahut inkâr edilse de vicdanlar yine bilir ki; ölüm, her canlının bu dünyadaki en son varacağı nokta ve en ince tafsilâtına kadar görülecek olan hesabın devreye gireceği bir başlangıç kapısıdır. Kaçışı mümkün olmayan bir son ve başka ihtimali bulunmayan ebedî bir başlangıç. Ya müsbet ya menfî. Ya mükâfat ya azap. Ya cennet ya da cehennem.

Öyleyse;

“Ey îmân edenler! Allâh’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın!..” (el-Haşr, 18) emr-i ilâhîsinden hareketle hepimize ebedî azaptan kurtuluş ve sonsuz cennete nailiyet için;

Hazırlık şart!

İşte böylesine kıymetli bir hazırlığın tarlası olan bu fânî dünya;

Hakikatleri görmemize engel gözbağlarıyla, asıl kurtuluşa doğru koşmamıza mâni ayak bağlarıyla, kalbimizi karartacak faydasız gönül bağlarıyla hevâ ve heveslerimizin peşinde hebâ olma yeri değil.

Ebediyet âlemine yaptığımız yolculuk bitmeden orada bize lâzım olacak olanların hazırlığıyla değerlendirmemiz gereken bir yer.

Nasıl ki bir dalgıç denizdeyken herhangi bir problem yaşamamak için, dalışa geçmeden evvel hazırlığını yapıyor; yanına aşağıda kalacağı süreye göre yetecek kadar oksijen dolu tüpünü alıyor, dibe doğru mesafe aldıkça oluşan sıcaklık değişimlerinden etkilenmemek üzere dikilmiş hususî elbisesini giyiyor, rahat hareket edebilmek ve manevra yapabilmek için paletlerini takıyorsa aynı şekilde biz de ölümle ilk kapısından geçeceğimiz âhiret hayatında istemeyeceğimiz ve dayanamayacağımız hâllerle karşılaşmamak için son nefesten evvel hazırlıklarımızı daha bir îtinâ ile yapmalıyız.

Zira bir dalgıçtan farklı olarak, bizim âhiret hayatından geri dönüşümüz de olmayacak. Çünkü dalgıç, hazırlığını yapması gereken hususlara yönelik herhangi bir unutkanlık yaşasa ve henüz çok da derine inmemişse denizden geri çıkabilme imkânına sahiptir. Fakat ölüm aynı imkânı bize sunmuyor.

O yüzden;

Bu hayatı sürekli yansımalı olarak yaşamalı, bugün yaptığımız her hareketin yarın âhirette mükâfat veya ceza olarak bir karşılığının olduğunu gündemimizde hep taze ve canlı tutmalıyız.

Geçimimizi sağlamak üzere çalışırken de olsa, arkadaşlarımızla muhabbet hâlindeyken de olsa, seyahat ediyorken de olsa, uyumak için yatağa girdiğimiz esnada da olsa, dünyevî ihtiyaçlarımızı gideriyorken de olsa… zinhar Allah Teâlâ’yı unutmamalı, elbet bir gün âhiret yurdunda gözümüzü açacağımızı aklımızdan çıkarmamalıyız!

Ancak bu şekilde âhiretimizi dünyadayken mâmur edebilir, aynı şekilde dünyamızı da huzurla şekillendirebiliriz. Felâketlerden uzak, fazîletlerle dolu bir hayat yaşayabiliriz.

Güney Kore’de binlerce insan «ölüm simülâsyonu» diye isimlendirdikleri bir uygulama yapıyorlar. Niye? Sırf hayatlarını daha mânâlı ve gönül rahatlığı içerisinde yaşayabilmek için. Bu uğurda vasiyetlerini yazıyor, kefenleniyor sonra da tabutların içine girerek ölümü hissetmeye çalışıyorlar. Hattâ bu hizmeti ücretsiz gerçekleştirerek, bütün vatandaşlarının hayata olan bakış açılarını düzeltmeyi hedefliyorlar.

Lâkin, elbette ki Allah’tan ve âhiretten habersizce kuru kuruya ölümü hatırlamak asla bir çare ve bir hüner değil.

Asıl hüner şu meşhur ve mânidar hâdisede:

Muhammed Pârisâ Hazretleri… Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden.

Hacca gitmek üzere yola çıkar. Bağdat’tan geçerken temiz yüzlü bir genç dikkatini çeker. Gencin kuyumculuk yaptığını ve müşterileriyle durmadan alışveriş hâlinde olduğunu görür. Zamanını yoğun bir şekilde dünyevî meşguliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden de;

“–Yazık! Hayatının en güzel şekilde ibâdet edebileceği şu diri döneminde kendisini dünyaya kaptırmış!” der.

Ancak bir an gönül nazarıyla bakınca altın ticareti yapan bu gencin kalbinin her an Allah ile birlikte olduğuna şahit olur ve bu sefer takdir ile der ki:

“–Mâşâallah! El kârda, gönül Yâr’da…”

İşte asıl hüner bu!

Rabbimiz’in;

“Onlar;

• Ayaktayken,

• Otururken ve

• Yanları üzerine yatarken

• Allâh’ı anarlar.

• Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler.

• «Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, Sen’i eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191) diye Kur’ân-ı Azîmüşşân’ında anlattığı kimselerden olabilmek!..

Bir yönüyle dünyadan da nasibimizi unutmadan ama her dâim kalbimizde Allâh’ı anarak şu yaşadığımız hayatı tamamen âhiret yurduna bir hazırlık ile değerlendirebilmek!..

Hayatı düğün hazırlığı gibi yaşayıp son nefesi de Mevlânâ gibi düğün gecesi diye isimlendirebilmek!..

Bütün göz bağlarından, ayak bağlarından kurtulup ölümü, hesabı, âhireti unutmamak!..

Allâh’ı unutmamak!..

İşte asıl hüner bu!