TOPLUM TERBİYESİ

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Peygamber Efendimiz’in vazifelerinden biri tezkiye…

Tezkiye; arındırmak, temizlemek, kötü ve bozuk inanış, davranış ve alışkanlıkları gidermek, onları ıslah etmek, düzeltmek, terbiye etmek demek.

Hidâyet birinci adım. Îman kapısından giriş. Fakat girdikten sonra iş bitmiyor, başlıyor. Besmele çekmek ve başlamak, tamamlamanın yarısıdır, derler. Tezkiyeyi, amelî ve ahlâkî sahaya mahsus olarak düşündüğümüzde; «Tezkiye, hidâyet adımından sonra başlar.» diyebiliriz. Fakat kalbin bâtıl ve bozuk inanışlardan, şirkten ve hurâfelerden temizlenmesini de «Tezkiye»nin muhtevâsında görürsek; «Tezkiye îmanla başlar.» demeliyiz.

Bu sebeple, tıpkı hidâyet gibi tezkiyenin hakikati de Allâh’a mahsustur.

•Allah dilediğine hidâyet eder, dilediğini tezkiye eder, arındırır, kalb-i selîme ulaştırır. Ahlâkını tertemiz kılar. (en-Nûr, 21) Râzı olmadığını tezkiye etmez. (el-Bakara, 174, Âl-i İmrân, 77)

•Peygamberler, velîler, âlimler, ârifler ve cümle mü’minler, ancak Allâh’ın tezkiye etmesine vesile olabilirler. (el-Bakara, 129, 151; Âl-i İmrân, 164; Cuma, 2)

•Fertler de ancak, kendi tezkiyeleri için gayret ederler. (eş-Şems, 9)

Bu üç müsbet mânâ dışında; bir de kişinin kendini temize çıkarması, kendini sütten çıkmış ak kaşık görmesi şeklinde menfî mânâsı vardır. (en-Nisâ, 49)

Peygamberimiz yine tıpkı hidâyette olduğu gibi, tezkiyede de en kuvvetli ve en müessir vesilelerdendir, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle. Rasûlullah Efendimiz ashâbını tertemiz kıldı. Onları inkârdan, nifaktan, şirkten, riyâdan kurtardı.

Tezkiyenin hidâyete benzerliği sebebiyle şu aklımıza gelir:

RASÛLULLAH EFENDİMİZ’İN TEZKİYESİ;

•Normal eğitim-öğretim metotlarından bildiğimiz şekilde, yavaş yavaş işleyen ve birtakım metotlarla tatbik edilen bir terbiye midir?

•Yoksa tasavvufta himmet, teveccüh ve tasarruf denilen tarzda, bir anda 180 derece dönüştüren mûcizevî bir dönüştürme ameliyesi midir?

Her ikisi de…

Rasûlullah Efendimiz’in bizler için üsve-i hasene olması bakımından birincisi, Allâh’ın izniyle mûcizeler gösteren bir peygamber olması bakımından ikincisi de vardır. Tabiî ikincisini;

“Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin.” âyetinin (el-Kasas, 56) sınırlarını çizdiği şekilde, -Allah isterse- şartına bağlamak mecburiyetindeyiz.

Siyer-i Nebî’de; Peygamberimiz’in yanına kötü niyetlerle yaklaştığı hâlde, Efendimiz’in, o şahsın kalbine bir dokunuşu ve bir iltifâtıyla birden değişen, düşman iken candan bir dost olan örnekler vardır. Fedâle ve Umeyr -radıyallâhu anhümâ- gibi kişiler; O’ndan nefret eder vaziyette iken, O’na sûikast yapmak için yaklaşmışken, bir anda O’nun nur ve fazîlet dolu tebessümü, korkudan eser olmayan heybeti karşısında titrediler ve kendilerine geldiler. Bunlar mûcizevî tezkiye misalleridir. (bkz. İbn-i Hişâm, IV, 37; İbn-i Hişâm, II, 306-309)

Bunlara en yakın misaller Hak dostlarının kerâmetlerinde görülür. Çevresine bu derecede fazîlet, şahsiyet ve rûhâniyet tevzî edebilmek muazzam bir kalp kıvâmı gerektirir. Mü’min Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabildiği nisbette, Mevlâ, onu söyletecek, muhataplarının da gönlüne o sözleri dinletecektir. Erişebilene ne mutlu!..

Yine Peygamberimiz’in, ashâbının tezkiyesi için duâları da mânevî gayretler cümlesindendir.

Rasûlullah Efendimiz’in sonsuz şefkati, muhabbeti, sevilmesi, hayran olunan şahsiyeti de tezkiyeyi sağlayan mânevî hususiyetler…

Lâkin biz bu yazıda kul ve Rasûl olan Hazret-i Fahr-i Âlem’in ashâbını nasıl terbiye ettiğine dair, örnek alabileceğimiz, taklidi bir derece daha mümkün metotlarını hulâsa etmeye çalışalım:

ÖRNEK OLARAK TEZKİYE

Rasûlullah Efendimiz’in kendi davranışları, kendi ahlâkı elbette en başta gelen tezkiye şekliydi. O; tertemizdi, nezihti, güzel ahlâklıydı, samimiydi, mütevâzı idi. Hiç konuşmasa, hiç uyarmasa bile etrafına hâliyle tebliğde bulunuyordu. Sahâbe-i kiram, O’nun her hâlini bir ayna gibi görüp taklit ediyorlardı.

Hazret-i Ebûbekir sıdkı O’ndan öğrenmişti.

Ömer -radıyallâhu anh- adâletin ölçüsünü O’nda görmüştü.

Osman -radıyallâhu anh-’ı cömertliğe sevk eden O’ydu.

Hazret-i Ali, harplerde O’nun gölgesinde öğrenmişti, yiğitliği, şecâati…

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- O’nu mütebessim görmüştü, o da daima tebessüm ediyordu.

Peygamberimiz’i öylesine takip ediyorlardı ki, bir gün altın bir yüzük taktı, hemen sahâbîler de altın yüzük taktılar. Bunun üzerine, Peygamberimiz ashâbının karşısında onu çıkardı ve;

“Ben artık takmıyorum!” dedi. Sahâbîler de çıkardılar. (Bkz. Buharî, Libâs, 45)

Demek ki;

“Sâlih evlâtlar, sâlih talebeler istiyorsak, sâlih anne-babalar ve öğretmenler olmak zorundayız.”

FİİLEN MÜDAHALE EDEREK TEZKİYE

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; peygamberlikle beraber, harpte bir kumandan, mahkemede bir hâkim, çarşıda, meydanda bir idareci de olmaktaydı. Bu sebeple, sadece kanaat önderi değil, bazen bilfiil tatbik ettiriciydi.

Meselâ;

Harplerde veya namazda safları tanzim ederken, fiilen müdahale ederdi. Yüz üstü yatan bir kişiye de bizzat müdahale etmişti.

Bir kadı / hâkim olarak, kendisine getirilen birtakım meselelerde cezalar verdi, tatbik ettirdi.

Bir adamın elinde altın bir yüzük gördü, onu çıkardı ve attı. (Müslim, Libâs, 52)

Cuma günü bir adam mescide geldi, insanların omuzlarını çiğneyerek ilerledi. Bu sırada Efendimiz hutbe okuyordu. Şöyle buyurdular:

“–Otur, insanlara eziyet ettin!” (Ebû Dâvûd, Salât, 238)

Fiilen müdahalenin içinde, bizzat öğreterek, uygulatarak tezkiyeyi de zikretmeliyiz. Peygamberimiz; başkalarına el açan bir sahâbîye, evinde neyi varsa getirmesini emreder. Onu sattırır, bir balta aldırıp bizzat çalışmanın yolunu gösterir. Onu iş güç sahibi hâle getirir. (Ebû Dâvûd, Zekât, 26)

Devrimizde çok ihtiyaç duyulan bir husus. Bizzat yaparak, elinden tutarak göstermek. Uzaktan bol bol tenkit ve protesto ediyoruz da, birinin elinden tutup, doğrusunu öğretebiliyor muyuz?

SÖZLÜ ÎKAZLARLA TEZKİYE

Tezkiye, yanlışa yanlış diyebilmektir elbette. Bu sebeple Peygamberimiz; ashâbının davranış ve ahlâklarındaki kusurları, ihtiyaca muvâfık tarzda, bazen yumuşak, bazen sert, bazen dolaylı, bazen doğrudan, bazen hususî, bazen insanların önünde düzeltti. Bunların bazılarını öne çıkarıp; «Allah Rasûlü sadece dolaylı söylerdi.» veya; «Sadece yumuşak söylerdi.» demek doğru olmaz. Doğru olan, O yüksek fetânet sahibi Nebî Efendimiz’in hâle en uygun tarzda müdahalede bulunduğunu söylemektir.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- Bilâl-i Habeşî’ye;

“Kara kadının oğlu!” dediğinde Rasûlullah Efendimiz’in müdahalesi yumuşak olmadı;

“Sende câhiliyyeden kalma bir huy var!” diyerek onu özür dilemeye ve hatasını anlayıp telâfi etmeye sevk edecek bir îkazda bulundu. (Buhârî, Îmân, 22)

Üsâme -radıyallâhu anh- eşraftan birine hırsızlık cezasının uygulanmaması için aracılık ettiğinde de, Rasûlullah Efendimiz, yumuşak bir hitapta bulunmadı;

“Allâh’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” dedi. (Buhârî, Enbiyâ, 54)

Peygamberimiz, kapıda;

“–Kim o?” suâline;

“–Ben.” diye cevap veren Câbir’e de;

“–Ben ben (nedir bu cevap!)” şeklinde hitap etmiş ve hoşlanmadığını belirtmişti. (Buhârî, İsti’zân, 17)

Diğer taraftan zinâ etmek için izin isteyen bir gence, celâllenerek hitap etmek yerine, aklını vardıracak ve izin istediği şeyin ne kadar kötü bir şey olduğunu hissettirecek sualler sordu. Zinâyı kardeşi, annesi veya teyzesi için istemiyorsa, zinâ etmeyi istediği kadının da birilerinin annesi, bacısı olduğunu düşünmesini sağladı. (Müsned, V, 257)

Bazen doğrudan söylemez; “Bana ne oluyor da bazılarını şöyle görüyorum!” derdi.

Bazen ise doğrudan müdâhil olurdu.

Meselâ;

Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-; yatsı namazını aşırı uzattığı için şikâyet edilince, Rasûlullah Efendimiz, umumî işlenen bu kusura, umumun önünde müdahale etti. Kısa sûreler okumasını tembih etti.

Bazen bir başkasını vazifelendirirdi. “Biriniz şu arkadaşını îkaz etsin.” derdi. Bu da emr-i bi’l-mârûfa ısındırmak demekti.

Sözlü îkazın muhtevâsı içinde, kendisine sorulan suallere verdiği cevapları da muhakkak zikretmeliyiz. Soruyla açılan gönül kapısına, özlü ve hikmetli bir mesajla ulaşırdı.

Umumî sohbet, vaaz ve hutbeleriyle irşâd olanlar da elbette oluyordu. Meselâ Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-; annesinin ısrarıyla, Peygamber Efendimiz’den dünyalık bir şey istemeye gelmişti ki, vaazda Efendimiz’in istiğnâdan bahsettiğini işitti. Vazgeçti. Bunun ecri olarak Allâh’ın bereketine nâil oldu. (Ahmed, III, 449)

BEYʻAT / YEMİN

İnsan; iradesine kuvvet vermek için yemin eder, söz verir. Peygamberimiz de; söz alarak, yemin / bey‘at ettirerek tezkiye ederdi.

Meselâ;

Birinci Akabe görüşmelerinde; şu bazısı îmanla, bazısı muâmelâtla, bazısı ahlâkla alâkalı hususlar, bey‘atin maddelerini oluşturuyordu:

•Allâh’a hiçbir şekilde şirk koşmamak.

•Hırsızlık yapmamak.

•Zinâya (fuhşa) yaklaşmamak.

•Kız çocuklarını diri diri gömmemek.

•Kimseye iftira etmemek.

•Allâh’a ve Peygamberi’ne itaatten ayrılmamak. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 43)

Peygamberimiz, hicret edeceği şehri tezkiye ediyordu.

MEMNUNİYETSİZLİK İZHÂRI İLE TEZKİYE

Daima Peygamberimiz’in hoşnutluğunu arayan sahâbe; O’nu artık söyletmiyor, bakışından, duruşundan dahî bir şeyden hoşlanıp hoşlanmadığını anlamaya çalışıyordu.

Efendimiz’in mübârek veçhi; hoşlanmadığı bir şey görünce kızarırdı, bulutlanırdı.

Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bunu yüzüne bakınca anlardık.” (Buhârî, Menâkıb, 23)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir yolculuktan dönmüştü. Hazret-i Fâtıma’nın; kapısının üzerine bir perde asmış, ayrıca çocukları Hazret-i Hasan’la Hüseyin’e gümüşten iki bilezik takmış olduğunu görünce, yanına kadar geldiği hâlde kızının evine girmedi.

Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-; Rasûlullâh’ın eve girmeyişine, gördüğü şeylerin sebep olduğunu anladı. Derhâl o süslü perdeyi kaldırdı, çocukların kolundaki gümüş bilezikleri çıkardı. (Ebû Dâvûd, Teraccül, 21/4213) Bunun benzeri Hazret-i Âişe ile ve diğer hanımlarıyla arasında da vukû bulmuştu.

Rasûlullah Efendimiz, helâl olduğu hâlde, kendisinin meleklerle görüştüğü için yemediği yemekler hususunda;

“Siz yiyebilirsiniz!” diyerek açıklama yapardı ki, ashâbı, kendisini taklit ederek, o tür kokulu yemekleri haram sanmasınlar. (Müslim, Eşribe, 31; İbn-i Mâce, Et‘ime, 59)

İşte Kur’ân ve Sünnet’ten uzaklaştıkça, câhilleşen ve câhilîleşen hayatlarımıza birkaç misal ile sonsuz rahmet ve bereket pınarı…

Rasûlullah Efendimiz’in, câhiliyye toplumundan, muhteşem bir asr-ı saâdet inşâsı nice kitaplar yazılsa da bitmez. Sözün özünü ve hitâmını şiire bırakalım:

Geldin yücelerden bize ey Rahmet-i Rahmân,
İnsanlığa insanlığı bildirmeye geldin…
Fetretle bunalmış ve cehâletle perişan,
Dünyânın ağır derdini dindirmeye geldin…

Kalmıştı karanlıkta cihan, cerbezelerle…
Dünyâya ziyâ verdin o nur mûcizelerle…
Kur’ân ile Sünnet ile hak mev‘izelerle…
En kutlu aziz mesleği sürdürmeye geldin…

Dillerde salat varsa, hayatlarda da Sünnet…
Ukbâya dek ümmetlesin ey Şâh-ı Muhabbet,
Kalbindeki Sen’sin diye Ravza’n bize cennet,
Dünyâmızı firdevse dönüştürmeye geldin…

Geldin başımın tâcı, gönül tahtı Sen’indir,
Cennette maiyyet, Sen’i gerçek sevenindir
Geldim nice hicranla, kabûlünle sevindir…
Hasretle yanan dostu sevindirmeye geldin…

Hak aşkı, Sen’in emrine tâat ile mümkün,
Allâh’a, Habîbi’yle mürâcat ile mümkün,
Gufrân-ı ilâhî de şefâat ile mümkün;
Sen ümmetinin bahtını güldürmeye geldin…

Gösterdin, Efendim, bize göklerde hilâli,
Mîrâc ile sundun bize Mevlâ’ya visâli…
Tâli’yle diler, ümmetin, ister, O cemâli;
Hiç; «Lâ!» demedin, lutfuna erdirmeye geldin!