ÎMANDAN BİR ŞUBE

Sami GÖKSÜN

Hayâ duygusu, insanlarda doğuştan var olan ve onu diğer canlılardan ayıran en belirgin bir özelliğidir. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem atamız ve eşi Havvâ anamızın Cenâb-ı Hakk’ın emrine muhalefet (zelle) neticesinde karşı karşıya kaldıkları müeyyideler sırasında da hayâ, söz konusu olmuş köklü bir duygudur. Âdem atamızın hayatından bir bölümü teşkil eden bu nokta, yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde dile getirilmektedir:
“Bir zaman Biz meleklere;
«–Âdem’e secde edin!» demiştik. Onlar hemen secde ettiler, yalnız İblis hariç. O diretti. Bunun üzerine;
«–Ey Âdem!» dedik; «Bu, hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi (aldatıp) cennetten çıkarmasın; sonra yorulur sıkıntı çekersin! Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak. Yine burada sen, susuzluk çekmeyeceksin, sıcaktan da bunalmayacaksın.»
Derken şeytan onun aklını karıştırıp;
«–Ey Âdem!» dedi; «Sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?»
(Şeytan, meyvesi yasaklanmış ağacı göstererek;
«Rabbiniz, iki melek hâline gelmeyesiniz yahut burada ebedî kalıcılardan olmayasınız diye -yalnız bunun için- size tüm ağacı yasakladı.» diyerek onları kandırdı.)
Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu sûretle) Âdem, Rabbine âsî olup yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Tâhâ, 116-122)
Bu âyet-i kerîmelerde bir yönüyle de insanın sahip olduğu hayâ duygusuna işaret edilmiştir. O günden bugüne dek en eski toplumlarda dahî insanlar, gerek Allâh’a gerekse toplumun diğer fertlerine karşı bazı yanlış tavır ve davranışlardan hayâ duygusu îcâbı uzak dururlar.
Yüce Rabbimiz başka bir âyetinde ise;
“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takvâ (Allâh’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır.” (el-A‘râf, 26) buyurmaktadır.
Bu âyette yer alan «takvâ elbisesi» ifadesini; hemen bütün müfessirler, insanın yaratılıştan sahip olduğu, onun rûhunu bezeyip ahlâkını koruyan «hayâ» şeklinde ifade etmişlerdir.
Peygamber Efendimiz de hayâ ile îmân arasında mühim bir münasebetin bulunduğuna dikkatlerimizi çekmiş ve hayâyı bir mü’min için olmazsa olmaz kabul edilen îmânın bir şubesi olarak vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Îman yetmiş küsur şubedir. En üst derecesi; «Lâ ilâhe illâllah» demek, en alt derecesi de geçenlere zarar verecek şeyleri yoldan gidermektir. Hayâ da îmandan bir şubedir.” (Müslim, Îmân)
Yine Efendimiz bu hususta;
“Hayâ ancak hayır getirir ve hayânın hepsi hayırdır.” (Buhârî, Edep, 77) buyurarak, hayânın iyilik ve hayra sevk etmenin yanı sıra, başlı başına bir hayır olduğunu da göstermektedir. Hayânın insana kazandırdığı en güzel şey, şeytan ve nefisle mücadeledir. İnsan, inancı ve hayâ duygusu ile nefis ve şeytanın kötü telkinleri arasında mücadele hâlindedir. Allah inancı sağlam ve hayâ duygusunu yitirmeyen insan; iyilik ve güzelliklere yönelir, kötülük ve haramlardan uzak durur. Buna karşılık îman ve inancı zayıf, hayâ perdesi yırtılmış veya aşınmış, nefsine ve şeytana yenik düşmüş insan, kötülük ve haramları kolayca işleyebilir. Bu konumdaki insanlardan bazısı, ne Allah’tan ne de insanlardan çekinir. Onun kapısı, kötülüklere ve günahlara açılmaya daima elverişlidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;
“Utanmadıktan sonra dilediğini yap.” (Buhârî, Enbiyâ, 54, Edeb, 78) sözü, insanların ilk peygamberden itibaren işittiği sözlerdendir.
Hayâ, toplumun mânevî savunma sistemidir. İslâm âlimlerinden Mâverdî, hayâyı;
1. Allâh’a karşı hayâ,
2. İnsanlara karşı hayâ,
3. Kişinin kendine karşı hayâsı olmak üzere üç kısımda ele almakta ve bunları şu şekilde açıklamaktadır:
Allâh’a karşı hayâ, O’nun emir ve yasaklarına uymakla;
İnsanlara karşı hayâ, onlara eziyet etmemek ve yanlarında çirkin işler yapmaktan ve çirkin sözler söylemekten kaçınmakla;
Kişinin kendisine karşı hayâsı ise, edepli olmasıyla olur.
İşin özü, hayâ duygusunun esası, kısaca Allah’tan hayâ etmektir; denebilir. Mâverdî’nin de yukarıda belirttiği gibi; Allah’tan hayâ etmek, O’nun emirlerine karşı gelmekten, yasaklarına uymamaktan kaçınma şeklinde dışa yansır. Bu yansımanın temelinde, kulun; Allâh’ın istemediği bir iş ve hâl üzere bulunmaktan uzak durması vardır. Bu da kişinin kendini kontrol etmesi, davranışlarını değerlendirmeye tâbî tutması ve;
“Nerede olsanız, O Allah sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkı ile görendir.” (el-Hadîd, 4) âyet-i kerîmesini, iyi bir şekilde hazmetmesi ile mümkün olur. Erişilen bu şuur hâlini sevgili Peygamberimiz «İhsan» olarak tarif etmektedir.
Hayâ duygusunun esasını oluşturması sebebi ile Allah’tan hayâ etmek konusu İslâm ahlâkı eserlerinde de geniş yer tutmaktadır.
Şeyh Sâdî’nin; «Yûsuf ile Zeliha» adlı eserinde; Yûsuf’u kandırmak için ona dil döken, bu arada, tapındığı put, niyetlendiği çirkin işi görmesin diye onun üzerini örten Zeliha’ya, Yûsuf şöyle seslenir:
“–Vazgeç, benden kötülük bekleme. Sen bir taştan bile utanırken, ben nasıl olur da Allah’tan utanmam?” (Sâdî, Bostan)
Allâh’ın insanlara gönderdiği vahyi tebliğ etme ve bu çerçevede Allâh’a kulluk vazifelerini yaparak öğretme vazifesi olan Efendimiz;
“Şüphesiz Peygamber’de size güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 21) âyeti çerçevesinde, insanlar arası münasebetlerde uyulması gereken bir örnektir. Hazret-i Peygamber; vazifeleri arasında insan münasebetlerinin temiz ve ahlâkî bir temele oturtulmasının da bulunduğunu şu hadîsi ile ifade etmektedir:
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvattâ, Hüsnü’l-hulk, 8)
Üstün bir hayâ duygusu taşıdığı, evinde edebi ile oturan genç bir kızdan daha hayâlı olduğu bildirilen Peygamber Efendimiz; aynı fazîlete sahip olmasından dolayı Hazret-i Osman’a özel bir değer vermiştir. Kendisini ziyarete gelen Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer’i rahat bir vaziyette karşıladığı hâlde Hazret-i Osman geldiğinde hemen toparlanmış; bunun sebebi sorulduğunda ise;
“Meleklerin bile hayâ ettiği kişiden hayâ etmeyeyim mi?” diyerek cevap vermiştir. (Ahmed, I, 71)
Zamanımızda hayâ duygusu çok zayıfladı. Özellikle giyim kuşamda, eğitimde, ailede, çarşı ve pazarda daha çok hissediliyor. Hele eğitim müesseselerindeki hayâsızlık ne kadar büyük bir tezattır!..
Bu hususta Fuzûlî der ki:
“Sen ne kadar ilim öğrensen de; «edep» nedir bilmezsen, «hayâ» nedir bilmezsen öğrendiğin ilimden sana bir fayda olmayacaktır. Çünkü edepten, hayâdan yoksun olan birisinin sözüne kimse itibar etmez. Edepli olasın ki sözün geçsin, sözün dinlensin.”
Mehmed Âkif tam da bu konuda şöyle söyler:
Berâber ağlamazsın, sonra; kör dersin, sağır dersin.
Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin!
Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsîli evlâdım, sen ilkin bir hayâ öğren!
Rabbim her türlü hayâsızlıktan cümlemizi muhafaza eylesin.
Âmîn…