Şifâ Menbaı TABİAT ECZAHÂNESİ
Ömer Sâmi HIDIR samihidir@gmail.com
Âyet-i kerîmede buyurulmakta:
“Hastalandığım zaman bana şifâ verendir.” (eş-Şuarâ, 80)
İskenderiye Mukavkısı, Peygamber Efendimiz’e pek çok hediye ile birlikte bir de doktor göndermişti. Doktor bir süre kaldığı hâlde, kendisine hiçbir müracaat olmadığını gördü. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu hekime;
“−Ailenin yanına dönebilirsin. Çünkü biz acıkmadıkça yemeyen bir kavimiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” buyurdu.1
Bugün bu düstur kaybedildiği için nice hastalıklar zuhur etmekte. İnsanlık tarihinde yemek yemek için seyahat edildiği görülmediği hâlde, bugün «gastronomi turizmi» diye bir kılıf bulunarak insanlar gafilâne bir şekilde midelerini doldurmakta! Sıhhatini kaybeden insanlar da doktor doktor gezip şifâ aramakta.
HASTALIK ve ŞİFÂ
Hastalık ve şifâ bizim için her zaman bin bir hikmet ve hakikati anlatmakta. Hiç hasta olmamaya çalışmak nâfile bir gayrettir. Hastalıktan muhafaza gayreti esastır. Ayrıca hastalıksız bir hayat tahayyülü de imkânsızdır. Vücudumuz hastalıkları yendiği nisbette bağışıklık kazanıp güçlenir. Eskiden hekimlere «otacı» denirmiş. Otamak, iyileştirmekten. Onlar hangi otun içinde hangi tesirli madde var bilir ve verdikleri tedaviler şifâya vesile olurmuş.
İslâm medeniyeti, tarih boyunca tıp alanında büyük ilerlemeler kaydetmiştir ve özellikle bitkilerden elde edilen tedavi öne çıkmıştır. Dünyadaki ilk eczacılık kitabı «Kitabü’s-Saydala fi’t-Tıbb»ın yazarı Ebû Reyhan el-Bîrûnî, tıp alanında 1650’li yıllara kadar mihenk taşı olarak kabul edilmekteydi. Bir nüshası Orhan Gazi Kütüphânesi’nde bulunan bu eser, özellikle nebâtî ilâçlar üzerine yoğunlaşmakla beraber, madenî ve hayvânî kaynaklı ilâçlar hakkında da bilgiler verir. Yine «el-Kānûn fi’t-Tıb» isimli eserinde İbn-i Sînâ nebâtî kaynaklı tedavi hususunda mühim bilgilere yer vermektedir.
Zamanımızda ilâçların dörtte biri nebâtîdir ve bunların birçoğunda bitkiden elde edilmek istenen müessir madde, lâboratuvar ortamında taklit edilmektedir. Son yıllarda sun‘î ilâç kullanımı ile meydana gelen ciddî yan tesirler, tıbbî ve ekonomik sıkıntılara sebep olmakta ve nebâtî kaynaklı tedaviyi yeniden ön plâna çıkarmaktadır.
«Dünya Sağlık Örgütü»nün yaptığı bir araştırmaya göre insanların % 80’i tabiî tedavilere inanmakta. Bu fikirdeki insanlar genel olarak şunu ifade etmekte:
“İlâç sanayii teşekkül etmeden önce de insanlar 2000 yıldan fazla bir süre tabiî yollarla iyileşmekteydi.”
Fakat günümüz eczacılık bilgisinden (farmakoloji) istifade etmeden; o tabiî otlara, bitkilere ulaşmak, onları hangi ölçüde ve ne sıklıkta kullanacağımızı bilebilmek, hangi yan tesirlerinin olduğunu öğrenmek ve bütün bunları muntazam bir şekilde kayıt altına almak mümkün değil. Hâl böyle olunca, tedaviye geniş bir açıdan bakmak gerekmekte. Hekimler, hasta muayene ederken yaklaşımlarını değiştirerek;
“–Ben bu hastaya hangi ilâcı yazmalıyım?” yerine;
“–Bu hastanın iyileşmesi için ne yapabilirim?” diyerek, reçete ettiği ilâçların tedavide nasıl yansımaları olduğunu takip etmeli. Tedavide muvaffak olmadığı hastalar için, bitkileri kullanarak hastalıkları tedavi etmeyi hedefleyen fitoterapi tedavisini veya diğer tedavileri uygulamaları gerekmekte. Bu alan ile günümüzde eczacılık fakültesinin farmakognozi dalı ilgilenmekte.
Hassas bir dengede götürülmesi gereken bu tedaviyi sağlayan ülkelerin başında; Çin, Kore ve Vietnam gelmekte. Bu ülkeler an‘anevî [geleneksel] tıp ile kendi sağlık sistemlerini tamamen mezcetmiş durumdalar.2
Gözden kaçan şu hakikat de son derece câlib-i dikkattir. Cenâb-ı Hakk’ın vücuda yerleştirdiği öyle muazzam bir yapı var ki ârıza yaptığı zaman onu tamir edebilecek yegâne mekanizma aslında yine sadece kendisi. İlâçlar ne kadar kuvvetli, hekimler ne kadar mâhir olursa olsun; tedavinin iç icraatını vücut yapmakta. Açılan yarayı, kırılan kemiği vücut yapıştırmakta; yeni damarlar döşemekte, dokuları tazelemekte. Nitekim bazı durumlarda hekimler nâçar kalıp şöyle demekte:
“Efendim! Hasta tedaviye cevap vermedi, elimizden gelen bir şey yok!”
Fakat bize de şifâyı aramak, vücuda elzem olan maddeleri tedarik etmek düşmekte. Dahası sıhhatli iken tedbir almak, vücudu dengeli kullanmak, zararlı maddelerden ve şüpheli gıdâlardan muhafaza etmek gerekmekte.
TEHLİKELİ BİR GIDÂ: ŞEKER!
Alman biyolog Otto Warburg 1931 yılında, habis tümörlerin çalışmalarının glikoz tüketimine bağımlı olduğunu keşfetti. 1940 yılından bu yana da iki şey birbiri ile irtibat hâlinde mütemâdiyen yükselmekte. Şeker tüketimi ve kanser. Kanser hücreleri şekeri o kadar seviyor ki; kanser taraması için hastaya verilen sıvı, radyoaktif fosfor içeren şekerli bir su. Kanserli hücreler şekeri tuttuklarında görüntüleme yapılmakta ve kanserli hücreler kolayca tespit edilmekte.
Bugün «şeker hastalığı» olarak bilinen diyabet için günümüz tıbbı yeterli tedavi imkânları sunamamakta. Binlerce insanımız bu hastalıktan muzdarip.
Rabbimiz’in ikrâmı olan ve Lokman Hakîm’den beri bilinen tabiat eczahânesinde aslında birçok devâlar var.
Yazımızı bir misalle bitirelim.
Şeker hastalığı için hazırlaması kolay şu formülün de hastalığı kontrol altında tutmaya faydalı olduğu ifade edilmekte:
Beş litre suyun içerisine, 4-5 beş çubuk hâlinde kabuk tarçın ve bir çorba kaşığı karanfil konulur. Süzülmesini kolaylaştırmak için; karanfiller, tercihen temiz bir tülbende sarılarak konulabilir. Bu su, beş gün karanlık bir yerde dinlendirilir. Hazırlanan sudan, sabah ve akşam birer bardak içilir.
Birçok şeker hastasında müsbet tesir gösteren ve kan şekerini düzenleyen bu şifâlı içeceğin içimi de gayet kolay ve râyihasıyla ferahlatıcı.
Şifâ niyâzı ile…