BİZ DE HATIRLANACAK MIYIZ?

Halil KAŞIKÇI

Gençlerden şikâyet çok. Onlardan bahsederken, sokakların cam kırıkları ve dikenlerle dolup taştığını, âdeta yürümek için büyük gayretler sarf etmek gerektiğini; akıllı telefon, internet, modalar ve reklâmların bütün şehveti ile gençlerimizi çevrelediğini dile getiriyoruz.

Bu durumun ana-babalara, yetişkin, görmüş geçirmiş, tecrübe sahibi büyüklere bir mes’ûliyet yüklediğinin farkında mıyız? Yoksa, kolayına kaçıp; kuşak farkını, düşünce özgürlüğünü bahane edip kenara çekilerek, «nemelâzım» mı diyoruz? Yani kaçıyor muyuz?

“Hepiniz çobansınız (idarecisiniz) ve hepiniz güttüklerinizden mes’ulsünüz. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur.” (Buhârî, Vesâyâ, 9; Müslim, İmâre, 20) hadîs-i şerîfinde bizlere emrolunduğu gibi;

“Emriniz altındakilerin hukukundan mes’ulsünüz.” mükellefiyetini anlamıyor, yanlış yorumluyor sonra da; «Şeytan bizi Allâh’ın affıyla aldatıyor.» kabîlinden müracaat yerimizi mi değiştiriyoruz?

Evet! Mes’ul olan biz büyükler; belli zamanlarda ve yaz tatillerinin belli birkaç gününde evlâtlarımızla meşgul olmakla vazifelerimizi yaptığımız rahatlığında mıyız?

Bu meşguliyetin yetmediğinin ve neler kaybettiğimizin faturasını görmeden, acısını tatmadan; biraz daha gayretli, mes’ûliyetli, örf ve an‘anelerimiz çerçevesinde bir arkadaş muhiti oluşturarak, hiç olmazsa bir günde yarım saat veya bir saat vakit ayırmalıyız.

Eskiden bizim zamanımızda, bir evlât yalnız o ailenin evlâdı değildi. Bütün akrabanın, sokağın, mahallenin ve semtin evlâdı idi. Eksik bir hareketini veya hatasını düzeltmek büyüklerin vazifesi diye bilinir, herkes kendini mes’ul hissederdi. Kezâ mutlu ve sevinçli bir ânında da onları mükâfatlandırmak, sevinçlerine ortak olmak yakınlık derecesi ile ilgili değildi. Böyle bir yakınlık görmüş ve terbiye almış bir çocuk da; hayata başlarken birçok artılarla beraber başlar, arkasında birçok dayanak olduğunu bilir, bu teminat ile kendinden emin, özü öz, sözü söz bir şekilde hayata atılırdı.

Bu terbiye ve destekleri teyit eden, yaşadığım iki hâdiseyi anlatmak isterim:

1971 senesinde bir vesile Edirne’de eczahâne açmaya karar verdim. Ailem rızâ gösterdi ama; Kayseri nere, Edirne nere?!.. Biraz gönülsüzdüler.

Babam kumaş tüccarıdır, ayda bir veya iki ayda bir İstanbul’a kumaş almaya gelir. Bu zamanki gelişinde benim Edirne’ye eczahâne açacağımı, aynı zamanda dostu olan bir tüccar ile paylaşmış. O amca beni çağırdı. Hayat tecrübelerinden bahsetti. Öğüt verdi ve bana unutmayacağım şu sözleri söyledi:

“–Bak oğlum! Baban şu kapıdan dışarı çıksın, bir milyon lirayı bir dakikada bulur. Ama sen Edirne’de bir lirayı bir ayda bulamayabilirsin. Hesabına, kitabına dikkat et!”

Ömür boyu kulağımda kalan bir öğüttür. Allah kendisinden râzı olsun.

Diğer hâdise de şöyle:

Askerliğe müracaat ettim, fakat o zamanlar hemen askere almıyorlardı. Bana da bir seneye yakın bir zamana gün verdiler. Bu zaman zarfında, yeni kurulmuş; emaye soba borusu yapan bir fabrikanın müdürlüğünü yaptım.

Fabrikanın ortaklarından biriyle, Konya’ya boru satmaya gittik. Altımızda Murat 124 bir araba; bagajında bir düz, bir de dirsek emaye boru, elimizde de bir çanta, hepsi bu.

Sabah erken dükkânlar yeni açılıyor;

“Nereye gidelim, kimin kapısını çalalım?” diye heyecan içerisindeyiz. Besmeleyi çektim, bir tüp bayiine girdim. Vitrininde bizim sattığımız borulardan vardı. Dükkânın yazıhanesinde saçları bembeyaz ağarmış, tahminen 60-65 yaşlarında bir büyük oturuyor. Direkt yanına gittim, elini öptüm. Niye geldiğimizi arz ettim, kendilerinden tavsiye ve yardım istedim.

Biraz düşündü, baktı ve bana;

“–Beni tanıyor musun?” dedi.

Ben de;

“–Hayır amca.” dedim.

“–Bana Eşref EŞREFOĞLU derler!” dedi.

O zamanlar, sporlarla biraz ilgilenirdim. O zâtın Konyaspor başkanı olduğunu biliyordum. Yakınlık olsun diye ben de o günkü spor hâdiselerinden bahsettim. Bir muhabbet oluştu. Bu arada çaylarımız da bitmişti. Tezgâhtaki yeğenini çağırdı, bizi «Sobacılar Çarşısı»na götürmesini, esnafla tanıştırmasını ve yanımızdan ayrılmamasını tembih etti. Kendisinin de bize kefil olduğunu ilâve etti.

Bir umutla «Sobacılar Çarşı»sına gittik. Daha sabahın erken saatlerinde, bir-iki saat zarfında; 17 kamyon (tahminen 50 binin üzerinde) boru sattık. Elimizde bir boru, bir dirsek, bir çanta o kadar. Çeklerimizi, senetlerimizi, bazılarından da avans olarak paramızı aldık. Bizde bir şey yok, lâkin kefilimiz sağlam. Umutla gittik fakat sevinçle döndük. Umduğumuzun fevkinde bir satış oldu.

Minnettarlığımızı arz etmek üzere yanlarına geldiğimizde gayet vakûr bir şekilde bize;

“–Sözünüzü yerinize getiriniz, mallarınızı söylediğiniz günde teslim ediniz, o zaman siz de beni mahcup etmemiş olursunuz.” dedi.

Bize yemek ısmarladı, akşam için otelden yer ayırtmış, ellerinden öptük ve ayrıldık.

Allâh’a hamd olsun hiçbir sözümüzü aksatmadan, söylediğimiz zamanda mallarımızı teslim ettik. Eşrefoğlu Amcaya da bildirdik. Kendileri de çok memnun oldular.

Bu iki hâdisenin kahramanları olan büyük insanlar, günümüzde maalesef yoklar. Hâlbuki bu gibi şahsiyetlere ihtiyacımız var. Önemli olan, bu kimselerin; yakınım, akrabam veya benden mes’ul olan kimseler olmamalarıdır. Ama toplumu kendilerine vazife bilmiş, «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker» çerçevesinde yaşamış, gelecek nesillere Allah ve Peygamber sevgisini, örf, îtidal, emânete sadâkat gibi mefhumları aktaran şahsiyet olmalarıdır.

Bir Yûnus, bir Mevlânâ bize 700 seneden beri taşınıyor ve onları yâd ediyoruz. Bir Aziz Mahmud Hüdâyî 400 seneden beri bizlere daima önder oluyor, yol gösteriyor.

Yazımıza mevzu olan iki şahsiyet de bana, 50 sene sonra kendilerini hatırlatıyor ve rahmetle hatırlamama vesile oluyorlar.

Peki; bizden sonraki yetişen nesillerin, geleceğe aktaracakları birikimleri olacak mıdır? Din, mâneviyat, örf, an‘ane, vatan, millet şuurunda, ana-baba, aile sevgisi çerçevesinde bir hayat yaşayıp gelecek nesillere taşıyabilecekler mi?

Allah; bu şekilde toplumlar yetiştirerek, dünya ve âhiretini saâdete taşıyan kullarından eylesin. Âmîn…