KARDEŞİN KİMDİR?

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Kur’ân-ı Kerîm’in gündeminden hiç düşmez:

•Yoksullar, muhtaçlar…

•Garipler, kimsesizler, yetimler…

•Yakınlar…

•Yolda kalmışlar…

•Mazlumlar, mahrumlar, mağdurlar…

Döne döne onlardan bahseder ve onlara infâk etmeyi emreder Hazret-i Allah. Çünkü onlarla aramızda infâk edişimize bağlı olarak muhteşem bir kardeşlik tesis etmiştir. Maksat; topyekûn, güzel bir kardeşliğin yaşanarak Allâh’ın rızâsının kazanılması. Bu keyfiyet, rastgele bir keyfe göre değil İslâm mührüyle ifade edilen yüce bir hakikate göredir. Allah buyurur:

“(Ey kulum!)

•Yakınlarına,

•Yoksula,

•Yolda kalmışa hakkını ver!

(Sakın)

‒Sakın saçıp savurma!

‒Çünkü savurganlar şeytanların kardeşi olmuşlardır.

‒Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)

O hâlde;

Yakınların, yoksulların, mahrumların, muhtaçların, mazlumların ve yolda kalmışların ihtiyaçları, imkân sahipleri üzerinde ödemeleri gereken ilâhî bir hak. Bu hakkın onlara verilmeyip de başka yerlere harcanması ise, Allah nezdinde ancak saçıp savurmaktan ibaret. İlâhî îkaz çok açık:

‒Yoksulun ve muhtacın hakkını başka yerlere saçıp savurma! Keyfî harcamaların yüzünden mahrumları mağdur etme!

Kimisi kendini kandırır:

‒Veriyorum, vereceğim kadar!

Öyle değil.

Eğer işin içine saçıp savurma giriyorsa, infak, tam mânâsıyla gerçekleşmemiş demektir. Yoksul ve muhtacın hakkı ödenmemiş demektir. Bu bakımdan muhtaçlarla, mazlumlarla, gariplerle, yetimlerle ve yolda kalmışlarla kardeşlik hakkına riâyet etmeyen kimsenin artık ait olduğu kardeşlik, tamamen şeytânî bir yapıya dönüşmüş olmaktadır. Şeytan ise, bağrı kibir dolu bir nankör. Bütün kardeşlerini ifsâd eden, bozuk karakter. Kötü bir âkıbetin yolcusu.

Şimdi ne yapmamalı?

Evvelâ «kardeş» ifadesinin muhtevâsını Kur’ân ve Sünnet gerçeğinde idrâk etmeli ve bu idrâk ile İslâm kardeşliğini yaşamalı, yaşatmalı. Çünkü kardeşlik, ancak o zaman aslî yönleriyle tecellî eder. Yoksa; kelimesinin mücerred sıcaklığı, koca koca dert dağlarını eritmeye kâfî gelmez. İllâ müşahhas olarak hayata yansıtmalı ki, aynı şekilde istifade mümkün olsun.

Ancak gerçek kardeşlikte gerçek güzellikler var. İşte onlar, bütün kötülükleri iyiliklere dönüştürmekte. Kişide bu hassâsiyet yoksa, o güzellikleri edinmek için trilyonlar harcasa nafile… Şayet varsa, hiçbir şeyi olmasa bile mühim değil…

Musa Efendi Hazretleri’nin şu ölçüsü ne kadar mânidar:

“Gerçek mürşid-i kâmil, sade bir kardeş için bile kendini fedâ eder.”

Bir kardeş için…

İslâm’ın farkı bu.

Diğer medeniyetler tüm fikrî akımlarını, hikmet rotasındakileri, yoldan alıkoymak üzerine kurmuşlar. İstedikleri gibi sömürecekler. Sağlamı hasta edecekler. İslâm ise tam aksine hastayı iyileştirecek ve sağlamlaştıracak. Bu yüzden Kur’ân’ın adı şifâ ve rahmet. Hazret-i Peygamber’in özelliği de: Rahmet ve şifâ.

O’nun tesis ettiği kardeşlik; ırmaklar ve deryâlar gibi… Çünkü o sular, trilyonlarca damlanın muazzam kardeşliğinden oluşan muhteşem bir bütünlük. Kusursuz bir uyum hâlinde. Çok güçlü ve çok güzel. Seyrine doyum olmuyor. Su, bu yüzden bütün varlıklara can ve hayat kaynağı.

Bu kardeşlik; aynı zamanda ağaç gibi… Binlerce dal ve milyonla yaprağın bütünlüğü. Doyumsuz ve şifâlı meyvelere dönüşen bir bütünlük.

Bu kardeşlik; ekinler gibi… Binlerce başak dolu.

Bu kardeşlik; atom gibi… Bir çekirdeğin etrafında pervâne bütünlüğü.

İşte bu kardeşlik;

Muhteşem bütünlüklerin mükemmelliği, haşmeti; kuvveti ve istiab sonsuzluğu.

Hepsi de;

Birbirlerine karşı haklarını en uyumlu ve kusursuz şekilde edâ etmeye candan bağlı. Çünkü kardeşlik bütünlüğünden kaçanların dev bile olsalar da hâlleri ve saltanatları, sineklerden dahî daha cılız ve âciz bir vaziyete düşüyor. Kardeşlikten kopunca, zarar ve infilâk başlıyor.

Malûm atomun birliği ve kardeşliği bozulunca binler helâk oldu. Suyun birliği bozulunca çöller meydana geldi. Ağacın birliği bozulunca, artık ondan herhangi bir meyve hâsıl olmadı!

Malûm; güller tebessüm ettiği an baş tâcıdırlar, fakat somurttuğu an, ayak altına dökülmeye başlar.

Bir de şu gerçeği akıldan çıkarmamalı:

Kardeşlik, kendindeki alâkaya göre menfî veya müsbet bir kuvvete sahiptir. Bunlar:

-Îman/din kardeşliği,

-Kan/biyoloji kardeşliği,

-Takım kardeşliği,

-Dâvâ kardeşliği,

-Heves/nefsâniyet kardeşliği…

Hangisi efdal?

Cevapların sayısız yorumlarında yanlış bir fikre kapılarak kardeşliği anlamayan kimseler, gerçek kardeş olmanın avantajlarından uzak düşerler. Meselâ:

‒Yetim malı yiyen kimse, nasıl bir kardeştir?

‒Üzerindeki hakları yerine getirmeyen kimse, nasıl bir kardeştir?

‒Saçıp savurmak uğrunda mahrum ve mazlumlara âmâ kesilerek yaşayan kimse, nasıl bir kardeştir?

Öyleyse idrâk etmeli:

Kardeşlik; asla bir cehennem kankalığı ve kafadarlığı değil, bilâkis cennet yoldaşlığı ve gönüldaşlığıdır.

Demek ki;

Kardeş olmak, belli bir hukuku ve sorumluluğu beraberinde getirir. Asla sorumsuzluk ve zulüm hakkı vermez.

Elbette;

Kusur ve hata düzeltmek ayrı şey; öfke ve kin, nefret ve husûmet saldırganlığı içinde davranış ayrı şey! Bu, Hazret-i Allâh’ın; «Kardeşsiniz!» demesine mukabil; «Hayır, düşmanız!» îlânı ne büyük bir afettir. Sonu da daima hüsrandır. Tarih, kardeş kavgalarının açtığı yaralarla doludur.

Onun için;

Kardeşliği zedeleyen her şey dînen yasaklanmıştır. Dedikodu, gıybet, alay, yalan, fısıltı, iftira vesaire bütün kötü sıfatlar, açıkça haramdır.

Yani bir bülbül;

Onca hâin yılan, onca zehirli akrep ve onca zâlim canavar varken tutup da gülistanın nâdîde güzellikleriyle ve bülbülleriyle düşmanlık yaparsa yuh ona!

Asr-ı saâdette;

«Ey Allâh’ın kulları, kardeş olun!» tâlimâtı üzerine ashâb-ı kiram, her türlü düşmanlığı ve kan dâvâlarını terk edip kardeş oldu ve ne büyük fazîletler sergiledi. Asırlardır o fazîletler anlatıla anlatıla bitmiyor. Ancak ne zaman ki kardeşlikler bozuldu, o vakit en fecî hüsranlar yaşandı.

Bu yüzden kardeşlik;

Lif lif ayrılmış ve güçsüzleşmiş cılız bir ip değildir. Kābil’in Hâbil’e yaptığı, kardeşlerinin Yûsuf’a yaptığı şey, ibretlerle dolu. Bir de; Musa ve Harun’un kardeşliği var… O da, inceldikçe sağlamlaşır…

Doğru kardeşliğin gıdâsı, birbirini sevmek ve saygılı olmak.

Kardeşlik denince;

Batılı ne anlıyor? Doğulu ne anlıyor? Kâfir ne anlıyor? Mü’min ne anlıyor?

Ne anlamalı?

Her şeyden önce kardeşlik şu yüce düstur iledir:

“Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü’min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.” (Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8)

Sonra şu düstur da elzemdir:

“Sizden biriniz, kendisi için sevdiğini (sevip istediğini) kardeşi için de sevmedikçe gerçek mü’min olamaz!” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 59)

Sonra şu düstur:

“Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme! Sonra Allah ona merhamet edip seni (o şeyle) imtihan eder.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 54)

Bilhassa şu düstur:

“Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir.

Müslüman, müslümana zulmetmez.

Müslüman, müslümanı başına gelen musîbette terk etmez, onu zâlimin zulmünde bırakmaz.

Müslüman, din kardeşine yardımda bulundukça Allah da ona yardımda bulunur.

Kim bir müslümanın dünya darlığını giderip de sevindirirse Allah da kıyâmet gününde onun sıkıntısını giderip mutlu eder.

Kim dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse Allah da kıyâmet gününde onun ayıbını örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 32)

Kezâ;

“Komuşusu açken tok yatan bizden değildir.” düsturu vardır.

Kezâ;

“Sizde îman varsa, aranızı düzeltin!” fermanı vardır.

Kardeşlik işte bu eskimez ölçülerle! İşte İslâm kardeşliğinin ana direkleri.

Lâkin bunları hiçe sayıp da kardeşlerinin hakkını gözetmeyerek elindeki imkânları saçıp savuranları, sonsuz merhametine rağmen yüce Allah; «şeytan ın kardeşleri» olarak îlân ediyor.

Sayısız hikmeti var tabiî. Biri de şu:

Malda israfa düşenler, buna alışa alışa her şeyi saçıp savurmaya başlarlar. Bütün müsrifler, bir noktadan sonra îmanlarını ve ahlâklarını da saçıp savurur hâle gelirler. Sonra tarihlerini, kimliklerini ve en nihayet vatanlarını da saçıp savururlar. Mânâ ve mukaddesat nâmına ne varsa hepsini saçıp savururlar. Ellerine kala kala şeytanlık kalır. İşte bu yüzden yüce Allah, onlara şeytanların kardeşleri buyuruyor.

Bu sebeple koca İslâm coğrafyasında îman kardeşliği husûsunda büyük problemler var. Giderilmesi âcil olan ciddî ârızalar var. Yaşanan felâketler var.

Malûm;

Geçen ay, yürekleri ağza getiren bir İstanbul depremi yaşandı, Rabbim yenilerinden muhafaza eylesin. Herkesi ayrı bir korku ve titreme sardı. Tıpkı 17 Ağustos 1999 depreminde ve her depremde olduğu gibi. Hele çürük binaların ve sağlam olmayan yapıların bağrındaki korkular daha büyük olmakta. Onların hâli tevekküle de müsait değil. Doğru tedbirleri olmayanların doğru tevekkül diye bir gerçekleri olamıyor çünkü.

Sözün geldiği nokta;

Asıl ve büyük depremler.

Yani;

Ruhlarda, îmanlarda ve ahlâklarda yaşanan depremler ve onların maddî depremlerden daha korkunç olduğu gerçeği.

Şiirin diliyle:

Dehşet dolu deprem, hele şiddetli olursa,
Vîrâne eder her şeyi bir an bile vursa.
Ancak bize bundan daha korkuncu ey âdem,
Îmandaki deprem, ebedî çünkü o mâtem! (Seyrî)

Maalesef bugün;

Bütün bir gençliği tehdit edici mâhiyette düşmanların nesil nesil bu milleti helâk etmek için döşediği fay hatları var ve onların üzerinde her gün büyük depremler oluyor. Dinden îmâna, ibâdetten ahlâka kadar her mukaddes mevzuda ağır depremler yaşanıyor. Şahsiyet ve karakterleri oluşturan gönül yapıları, akıl yapıları ve ruh binaları eğer sağlam şekilde inşâ edilmez, gerekli tedbirler alınmazsa; mânevî âfetlerden, içi boş bir tevekkül ile kurtulmak mümkün olmaz.

Sormalı kendimize:

Şeytanların kardeşi olacak bir nesil mi istiyoruz, yoksa âhirzamanda Hazret-i Peygamber’in kardeşleri olacak bir nesil mi?

Hazret-i Peygamber’e kardeş olabilenlere ne mutlu!

Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn!..