EMÂNET ve MES’ÛLİYETİMİZ

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

Birkaç gün önce bir rüya gördüm. Çocukluğumda rahmetli babamla hayvanlarımıza ot biçmek için gittiğimiz Göksu Nehri’nin kenarında bir yer vardı. Rüyamda; annem, eşim ve altı yaşındaki oğlumla oradaydık. Nehrin kenarında yine ot biçiyorduk. Etrafımızda da başka insanlar vardı. Onlar da kendi işlerini yapıyorlardı.

Bir süre sonra büyük bir gürültü koptu. Karşı kıyıdan çok büyük taşlar kopmaya ve üzerimize doğru gelmeye başladı. Bazıları bizim yakınımızdan bazıları da başımızın üzerinden geçti. Hemen ardından Göksu’nun renginin çamura döndüğünü ve suyunun oldukça çoğaldığını gördüm.

Anneme, eşime ve çocuğuma; buradan gitmemiz gerektiğini yoksa başımıza kötü şeylerin gelebileceğini söylüyordum. Çünkü orada durmak aptallıktı. Ancak ailem olanları anlamaya çalışıyor ve etrafı seyrediyorlardı. Diğer insanlar da aynı durumdalardı. Hattâ bir kişinin ağzında sigara vardı. Sigarayı bile atmamış, çektiği nefesteki dumanı havaya doğru savuruyordu.

Ben, hâlâ, yanımdakilere sesleniyor ve oğlumu almak için çırpınıyordum. O sırada telefonun alârm sesiyle uyandım. Yatakta bir-iki dakika durduktan sonra diğer odaya geçtim.

Zaman zaman böyle rüyalar görür, uyandıktan sonra düşünür ve kendimce neticeler çıkarmaya çalışırdım. Çünkü bu rüyalar, çoğunlukla gördüğüm rüyalardan uzak, sıra dışı bazı mânâlar yüklü olurdu.

Aklıma gelen ilk şey, ölüme çok yakın olmamızdı.

Ölümle aramızda ince bir çizgi var. Bir gün elbet o çizginin diğer tarafına geçeceğiz. Çünkü Allah -celle celâlühû- Kur’ân-ı Kerim’de;

“Her nefis ölümü tadacaktır…” (el-Ankebût, 57) buyurmaktadır. Ölüm haktır. Ancak, ölüme bir nefes kadar yakın olmamıza rağmen dünyaya dalmamız ve çoğunlukla dünyalık peşinde koşmamız gariptir. Her gün; çevremizdeki insanlardan bazılarının cenazelerine katılmamıza rağmen, ölümün bize de bir anda gelivereceğini düşünmüyor ve hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam ediyoruz.

Sigarasının dumanını, felâket ânında bile umursamaz bir şekilde havaya savuran kişi; birçok insanın dünyaya hangi gözle baktığının, âhirete karşı ne kadar umursamaz olduğunun bir resmiydi aslında.

Her gün onca felâket; televizyon, radyo ve gazetelerden öğrendiğimiz binlerce kişinin hayatını kaybetmesi bizi kendimize getiremiyor. Ölümün, nasihat olması yetmiyor artık bizlere…

Zaman bu dünyadaki en önemli nimetlerden biridir. Çoğu insan bunun kıymetini bilmiyor. Boş şeylerle, televizyon ve bilgisayar karşısında yahut sokaklarda gezerek zamanını geçirip gününü doldurmak/zamanını öldürmek istiyor. Herhangi bir işe sarılmadığı, vakti en iyi şekilde değerlendirme gibi bir maksadı olmadığı için; zamanı da verimli kullanmayı bilmiyor.

Bazıları için de yapacağı güzel ve hayırlı işler için zaman yetmez. Günün 24 saat değil 48 saat olmasını ister. 15 dakikalık bir yolculukta bile zamanını en iyi şekilde değerlendirir. Geceleri herkes uykunun kollarındayken; yatağından kalkıp, huzûra varıp Rabbiyle buluşur. O andan itibaren de eşsiz bir lezzete kavuşur, zamanın içinde zaman yaratılmasını ister.

Her yeni gün, Rabbimiz’in bize verdiği bir yeni fırsattır. Bu fırsatı nasıl ve ne kadar güzel değerlendirdiğimiz, günün sonunda amel defterimize neleri kaydettirdiğimizde belli olacak.

Bakalım kim nelerle dolduracak?
Her günün fecri bir beyaz sayfa…
Her satırdan, yarın, hesap soracak…
İşte dün bitti koydular zarfa… (Tâlî)

Ailemi o felâketten kurtarmaya çalışmamın, son zamanlarda okuduğum bazı kitaplarda sık sık vurgulanan ve beni mes’ûliyetimizin ne denli büyük olduğunu düşündüren şu hadîs-i şerîfin tesiriyle ilgili olduğunu düşünüyorum:

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.

Âmir memurlarının çobanıdır.

Erkek ailesinin çobanıdır.

Kadın da evinin ve çocuğunun çobanıdır.

Netice itibarıyla hepiniz çobansınız ve hepiniz idare ettiklerinizden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cum‘a, 11, İstikrâz, 20, Itk, 17, 19, Vesâyâ, 9, Nikâh, 81, 90, Ahkâm, 1; Müslim, İmâre, 20. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, İmâre, 1, 13; Tirmizî, Cihâd, 27)

Kadınlar ve çocuklarımız bizlere verilen birer emânettir. Bu emânetlere nasıl sahip çıkıyoruz? Onları biz mi, televizyon veya sokaklar mı yetiştiriyor? Bir çiçeği, bir fidanı bile yetiştirmek için zaman zaman onlarla ilgileniyor, suluyoruz. Ailemize özellikle çocuklarımıza ne kadar vakit ayırıyor, yetiştirmek için yeterince üzerlerine titreyebiliyor muyuz?

Evlerimize; Kur’ân ikliminden rüzgârlar esmiyor, asr-ı saâdetten yağmurlar yağmıyorsa, Allah dostları evimize misafir olmuyorsa; onları Ebû Cehillere, Nemrutlara emânet ediyorsak bunun hesabını bir çoban olarak nasıl vereceğiz, hangi bahaneyi öne süreceğiz?

Emânete hıyânet, münafıklık alâmetidir. Emânetlere hıyânet etmememiz için onları gerçek hayata hazırlamamız gerekir. Ancak emânete böyle sahip çıkmış olabiliriz.

Rabbim bizleri, emânetine sahip çıkan ve bu şuurla onları yetiştirmeye gayret eden kullarından eylesin. Âmîn…