Çocukluğumun Duâsı, Göğe Yükselen Yanık «Âmîn»lerin Mazlum Coğrafyası KEŞMİR

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Cyril John Radcliffe, 1947’de o günün meşhur ifadesiyle Büyük Britanya’da tanınmış bir avukat. Çevresi olması ve tanınmış olmasının dışında bugün bu yazıya veya bunun gibi yazılara konu olabilecek önemli özelliği olan bir şahsiyet de değil. Tâ ki İngiltere kraliçesi adına Hindistan’ı yöneten son genel vali Louis Mountbatten’ın kendisini keşfetmesine kadar.

Mountbatten’e göre hayatında Hindistan’a gelmemiş birisi, gayet tarafsız olacaktır ve onun ellerinde, Hindistan ve Pakistan diye iki ayrı devletin sınırları kayırmacı politika olmadan tarafsız bir şekilde çizilecektir.

Ve böylelikle Cyril John Radcliffe’in hayatının en önemli işi, masasının üstüne düşer.

İngiltere’nin bir sömürgesi olan Hindistan’ın birisi müslüman diğeri gayr-ı müslim halklarından oluşacak iki ayrı devletin sınırlarını belirleme vazifesi kendisine verilmiştir.

***

İkinci Dünya Savaşı sona ermiş ve üzerinde güneş doğmayan imparatorluk olan İngiltere, sömürgelerine bağımsızlıklarını lutfetmeye karar vermiştir. Bu bağlamda en büyük sömürgesi olan Hindistan da bu lütuftan payına düşeni alacaktır.

Savaşın yorucu ekonomik getirisi, sömürgelerin dünya üzerinde süren bağımsızlık cereyanlarından etkilenmesi ve fiilî bir sömürünün çok daha fazla maliyetli olduğunu gören İngiltere; bütün dünyaya Hindistan’dan çekileceğini ve 14-15 Ağustos 1947 tarihlerinde Pakistan ve Hindistan isimli iki ayrı devletin kurulacağını ilân eder.

O dönemde Hindistan’da 560 prenslik veya devletçik bulunmaktadır. Bunlardan her biri kurulacak olan iki devletten yani Hindistan ve Pakistan’dan hangisinin bünyesine dâhil olacağına kendisi karar verecektir.

Bu iltihâkın coğrâfî ve dînî olarak iki temel müessire dikkat edilerek yapılması kararı alınmıştı. Bir üçüncü şık da bağımsızlık. Fakat bağımsızlık için her iki devlete de bilgi vermeyi, yani bir noktada onların olurunu almayı şart koşuyordu İngiltere. Böylece bütün bu küçük prenslikler, kendilerini bir devletin çatısı altında konumlandırdılar.

Üç eyâlet hariç:

Cunagarh, Haydarâbad ve Keşmir.

Cunagarh ve Haydarâbad eyâletlerinin halkının çoğunluğu Hindû idi fakat yöneticileri müslümandı. Bunlardan Cunagarh, Pakistan’a katılacağını ilân etti; Haydarâbad ise her iki ülkeye de katılmayacağını, bağımsız olacağını. Fakat Hindistan hükûmeti; bu kararların halka sorulmadan alınamayacağını iddia ederek, her iki devleti de zorla ilhak etti.

Zaten coğrâfî olarak da Cunagarh’ın Pakistan ile herhangi bir sınırı yoktu. Etrafı tamamen Hindistan devleti ile çevrili bir Pakistan kara parçası düşünülemezdi.

Haydarâbad’ın da etrafı tamamen Hindistan’la çevriliydi. Her ne kadar bugünden bakıldığında örnekleri olsa da, etrafı tamamen Hindistan olan bir küçük devletçik istemedi kendi içinde Hindistan ve orayı da ilhak ettiğini duyurdu bütün dünyaya.

Peki ya Keşmir?

Keşmir’in durumunu anlatmadan önce Keşmir’i bugün bile karşımızda bir Keşmir Meselesi olarak konuşmamıza sebebiyet veren önemli bir ayrıntıyı ya da cehâleti ele alalım.

Cyril John Radcliffe, 1947’nin 8 Temmuz’unda Yeni Delhi’ye gelir ve kendisi için tahsis edilen otel odasına geçer. Elindeki haritaları masasının üstüne açar, Pakistan’ın ve Hindistan’ın sınırlarını çizmeye başlar. Bölgeyi bilmeden, görmeden öylesine câhilce ve tabiri câizce aptalca bir çizim yapar ki; gözleri iyi görmediği için askere bile alınmayan bu avukat, doğrudan veya dolaylı 400 milyon insanın hayatını etkiler.

Sadece 15 milyona yakın insan, bulunduğu bölgeden karşı tarafa geçmek zorunda kalmıştır. Ve Radcliffe’in çizimleri iki ülkenin sınır hatlarını oluşturmuştur. Fakat kimi yerlerde şehrin yarısı Hint tarafında yarısı da Pakistan tarafında; hattâ kimi yerlerde, evin kimi odaları Hindistan, kimi odaları Pakistan bölgesinde kalmıştır. Neticede bu câhilâne çizimler, bölgede bir huzur inşâsından ziyâde istikbalde bile harlanarak devam edecek kin ve düşmanlık ateşinin körüklenmesine zemin olmuştur. Çünkü bu 15 milyon insanın göçü esnasında dönemin ve iklim şartlarının etkisiyle en az 1 milyon kişi göç sırasında ve sonrasında ölmüştür.

Radcliffe; daha sonra kendisi ile yapılan bir röportajda, yapmış olduğu işi ne kadar lâalettâyin ve gelişigüzel yaptığını ikrâr edercesine;

“–Neredeyse Lahor’u da Hindistan’a verecektim. Baktım ki, Pakistan’ın elinde hiç büyük şehir yok. Kalküta’yı Hindistan’a ayırdığım için, Lahor da Pakistan’da kaldı.” demiştir.

Şehirleri ayırmak, ülkeyi bölmek ve tek bir ülkeden iki ülke meydana getirmek; böyle nâdanca olabilir mi?

Bugün bile Hindistan; Endonezya ve Pakistan’dan sonra dünyada en çok müslüman nüfusa sahip ülkedir. Türkiye ve İran’dan bile daha kalabalık bir müslüman nüfusa sahiptir. Böyle bir durumda bu kadar bölgeden kopuk ve ne yaptığını bilmeyen birisinin kontrolüne bu mühim vazife nasıl tevdî edilir?

İngiltere’nin maksadı zaten dengeli ve hakkāniyetli bir ayırım olması değil, ileride kargaşaya ortam oluşturacak ve hiçbir zaman bu iki devletin kendi ayakları üstünde durmalarına müsaade etmeyecek bir paylaşımdı. Ordularını ve valilerini çektiği bütün ülkelerde birtakım sınır anlaşmazlıkları bırakmış ve istediği zamanda bu mayınlı arazileri altüst ederek eski topraklarına diplomatik dille «akıllı ol» tâlimatı vermeyi devam ettirmektedir.

Bu bağlamda Radcliffe’in Keşmir’le alâkalı söyledikleri ise hiçbir vicdan sahibinin ikrâra tâkat getiremeyeceği pervâsızlıkta ve kendisine bu vazifeyi verenlerin beklentilerine ne kadar uygun birisi olduğunu gösterir açıklıktadır. Nedir derseniz:

“–Açıkçası, Keşmir diye bir yerin varlığından da haberdar değildim. İsmini, Londra’ya döndükten sonra duydum.”

Keşmir’i ne Pakistan’a ne de Hindistan’a eklemeyerek ortada bırakmak, onlarca yıllık bir yaranın bölgenin göğsüne hançer gibi saplanmasına sebep olmak ve on binlerce insanın ölmesine sebebiyet verecek, öldükten sonra bile insan öldürmenin, kātil olabilmenin örnekliğini oluşturacak bir cehâlet, hamâkat.

Peki pişman olmuş mudur; «Ne de olsa insan evlâdı…» diye içinizden geçirir misiniz? «Hiç böyle bir düşünceye girmeyin.» derim. Çünkü, verdiği bir röportajda;

“–Yaptığım taksimden dolayı herhangi bir pişmanlık duymuyorum. Bugün olsa, yine aynı şekilde davranırdım. Ölen insanlar için üzgünüm, ama tek alternatif buydu.” demiştir.

Radcilffe’i bırakalım ve Keşmir’e dönelim tekrar…

O dönemde Keşmir’in nüfusunun % 80’i müslümandı ve hem Pakistan hem de Hindistan ile sınırı vardı. Fakat coğrâfî olarak Pakistan’a bağlanması daha kolaydı, çünkü Hindistan tarafında yüksek dağlar vardı ve bu tabiî set, ulaşımı zorlaştırıyordu. Pakistan tarafında durum tam tersiydi. Kolay ulaşım. Ve nüfusun dînî yapısı da Pakistan’a bağlanması için çok uygundu. 1947 yılında zaten neredeyse bütün halk Pakistan’a bağlanma konusunda hemfikirdi ve hem rûhen hem de zihnen hazırdı. Fakat bir problem vardı. Keşmir’in mihrâcesi Dogra hânedânından bir Hindû olan Hari Singh idi.

Mihrâce Hari Singh, halka sormadan Keşmir’in Hindistan’a katılacağını ilân etti. Fakat bu durum halkta kargaşaya sebep oldu ve meydana gelen olaylarda çok fazla müslüman şehid oldu. Pek çoğu da evlerinden kaçmak zorunda kaldı.

Dogra hânedanlığı önceki dönemde de Keşmirli müslümanlara karşı aşırı katı bir yönetim sergiliyor, hem ekonomik hem de sosyal olarak Keşmirli müslümanları baskı altında tutuyordu.

Pencere vergisi, baca vergisi, evlenme vergisi, hayvan vergisi vs. adı altında müslümanlar ağır bir ekonomik sıkıntı altındaydılar. Bununla birlikte en ufak bir direnişte hemen cezaevine atılıyorlardı. Ve bütün bunlar Keşmir, Kraliçe’nin koruması altındayken oluyordu.

Bu baskılar ve sonrasında müslüman bir ülkenin çatısı altında yaşama imkânı varken Hindistan’a iltihak kararı, Keşmirli müslümanları sukût u hayâle uğratır. Çıkan kargaşada mihrâce Hari Singh Hindistan’a kaçar ve sığınır.

Cunagarh ve Haydarâbad için halkın oyuna bakılmadan yöneticilerin aldığı kararların geçersiz olduğunu belirten ve bu kararları tanımayan Hindistan, Keşmir için yöneticinin aldığı kararı gerekçe göstererek 27 Ekim 1947 tarihinde askerlerini göndererek Keşmir’i fiilen işgal eder.

Keşmir için aydınlık sabahlar bekleyen müslümanlar; tekrar karanlık gecenin koynunda mazlum ve mahzun beklemeye, yeni ve bitmez şehidler vermeye devam edecek bir iklime girmiştir.

Sadece 1947’den günümüze resmî rakamlar bile 100 bin civarında Keşmirlinin öldürüldüğünü, şehid edildiğini kabul eder.

Bunun yanında bir buçuk milyon Keşmirli de yerlerinden ayrılmak zorunda kalmış ve mültecî olarak yaşamaya başlamıştır.

***

Pakistan ve Hindistan, direkt veya endirekt olarak Keşmir meselesinden dolayı 1947’den bu yana 4 defa savaşmışlardır ve ekonomilerinin büyük bir kısmını askerî harcamalara ayırmışlardır. Öyle ki Asya’nın bu iki aynı dili kullanan ülkesi, bugün nükleer silâha sahip olacak kadar ileri gitmişlerdir.

Şimdi geldiğimiz noktada; çıkacak herhangi bir savaşta bu nükleer silâhların kullanılması, iki ülkenin savaşı olmaktan çıkıp bütün dünyayı etkileyebilecek bir tesir alanına sahiptir.

BUGÜNKÜ KEŞMİR MESELESİ

Hindistan, işgal ettiği Cammu-Keşmir bölgesini 1965 yılında Hindistan’ın özel statülü bir eyâleti olarak ilân etmiş ve anayasasında 370 numaralı madde ile bu özel statüsünü belirlemiştir.

370 numaralı maddeye göre; Keşmir’de yani Hindistan’ın kontrolü altında bulunan Cammu-Keşmir bölgesinde, bölge halkının dışında hiç kimse toprak alıp satamaz durumdadır. Yani Cammu-Keşmir; gelecekte bir gün bölge ile ilgili alınabilecek nihâî karara kadar, bir nevi steril tutulmaya çalışılmıştır.

Fakat iki ay evvel (5 Ağustos 2019) tam da Pakistan «72. Kuruluş Yıl Dönümü»nü kutlamadan 10 gün önce, Hindistan 370’inci maddeyi lâğvettiğini duyurdu. Bu iptal kararı ile bölge direkt olarak Hindistan’ın bir eyâleti olmuş ve bütün Hintlilere açılmıştır. Hindistan içindeki müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu tek yer olan Keşmir’de, nüfus dengesini bozabilecek bir fiilî ortam ortaya çıkmıştır.

5 Ağustos’tan bu yana da askerî varlığını Cammu-Keşmir bölgesinde iyice artıran Hindistan, sokağa çıkma yasağı ilân etmiş ve sosyal hayatı sıfırlamıştır. Öyle ki bugün neredeyse «her 5 kişiye 1 asker» düşecek kadar asker yoğunluğu olan bir bölge hâline gelmiştir Keşmir.

Okullar, hastahâneler, devlet daireleri kapatılmış; internet kesilmiş; 4 kişi bir araya gelse hemen tutuklamalar başlamış ve diğer pek çok zulüm yüksek seviyeye çıkmıştır.

Aslında; perşembenin gelişinin çarşambadan belli olması gibi, bugünün geleceğini Hindistan’ın icrâ ettiği politikalara bakarak anlamak zor olmasa gerekti.

Keşmirliler özgür bir ülkede olan temel ihtiyaçlardan sürekli olarak uzak tutulmuş, neslin bozulması için sistematik bir şekilde porno ve uyuşturucu ile fikren iğdiş edilmeye çalışılmıştır. Buna rağmen ufak gruplarla yapılan; mala ve cana zarar vermeyen, taşkınlık emâresi olmayan haklı demokratik protestolarda bile hemen tutuklamalar başlamıştır. Öyle ki bugün Cammu-Keşmir bölgesinde hapishâneler tamamen dolduğu için; tutuklanan göstericiler ve hak arayıcıları, Hindistan’ın diğer bölgelerine nakledilmeye başlanmıştır. Bölgeden doğru ve sağlıklı haberler de alınamamaktadır. Çünkü Hindistan; bölgeye giriş ve çıkışları tamamen kapatmış, askerî kont
rolleri had safhaya çıkarmıştır. Hiçbir milletlerarası kuruluşun girişine dahî izin vermemektedir.

Bugün Keşmir; % 35’i Pakistan’ın, % 45’i Hindistan’ın, % 20’si de Çin’in kontrolünde olan 3’e bölünmüş bir toprak parçasıdır. 2019 yılı itibarıyla; müslüman bir ülkenin idaresi altında olma hayalinin üstünden 72 yıl geçmiş, resmî rakamlara göre 100 bine yakın şehid vermiş, bir türlü durulmayan okyanus gibidir.

Mesele tabiî ki sadece bir toprak parçası olmanın çok ötesinde ve derinindedir her iki ülke açısından.

Bir Keşmirli için de var olmak ve olmamak kavgasıdır.

Peki bizim için nedir Keşmir?

Küçüktüm. Duâlar ederdik her Cuma gününde bütün camilerinde ülkemin. Keşmir için, Filistin için, Doğu Türkistan için.

Keşmir, yüreğime kazınan bir duâydı. Keşmir; uzanamadığım, yardımına koşamadığım fakat duâ duâ yekvücut hissettiğim insanların olduğu bir coğrafyaydı.

Haritada yerini dahî bilmezdim Keşmir’in, Filistin’in, Doğu Türkistan’ın. Birtakım fotoğraflar, videolar görür üzülürdük televizyonlarda. Elimizden gelen tek aksiyon duâydı.

Küçüktüm, anlamazdım!

Ve ne yazık ki; bugün benim çocuklarım; «Âmîn!» diyor aynı minvalde edilen duâlara. Onlar da anlamıyor ve bilmiyor Keşmir neresi, Doğu Türkistan nerede, Filistin nedir?

Ne zaman ki fizikî sınırlarımızın ötesinde bir ümmet şuuruna kavuştuk; o zaman çocuklarımızın çocukları duâ etmeyecek, uzaklarda çok uzaklarda zulüm gören mazlumların coğrafyaları için.

21 ŞEHİDLE TAMAMLANAN EZÂN-I ŞERİF

Yıl 1931.

Cezaevine atılan Keşmirli müslümanlardan birisi, namaz vakti girince ayağa kalkıp ezan okumaya başlar. Dogra hânedânının vazifelendirdiği yetkili hiçbir uyarıya mahal vermeden vurulmasını emreder. Sonra diğeri kalkar ve ezana, vurulan müezzinin kaldığı yerden devam eder.

O da vurulur.

Sonra bir diğeri. Sonra bir diğeri. Böyle böyle 21 kişi şehid olur, bazıları da ağır yaralanır. Fakat ezan tamamlanır.

Son vurulan müezzin ise şehid olmadan önce;

“–Biz, bize düşen vazifeyi edâ ettik. Sıra sizde, siz kalanlarda…” der ve şehid olur.

1947’DEN BU YANA PAKİSTAN-HİNDİSTAN ARASINDA YAPILAN SAVAŞLAR

1947 Birinci Keşmir Savaşı:

14-15 Ağustos 1947 yılında bağımsızlığını kazanan her iki devlet, Keşmir meselesi sebebiyle aynı yıl savaşa tutuştu. Önce gayr-i nizâmî birliklerin karşı karşıya gelmesiyle başlayan savaşta her iki taraftan da binlerce kayıp yaşandı. Hindistan’ın başvurusu sebebiyle Birleşmiş Milletler devreye girdi. BM; «Keşmir’in geleceğine Keşmir halkı karar verir.» diyerek Keşmir’de referandum yapılması yönünde karar aldı, fakat Hindistan bu referandumu hiçbir zaman yaptırmadı.

1962 Çin, Hindistan kontrolündeki Keşmir Topraklarının Bir Kısmını İşgal Etti:

Bu yıl, Çin-Hindistan savaşı başladı. Çin’in üstünlüğü ile neticelenen savaşta, her iki ülke de eski sınırlarına döndü. Fakat Çin, Pakistan’ın da desteği ile Keşmir’in bir bölümünü kendi topraklarına kattı. Bugün bu bölge Aksai Çin olarak bilinmektedir. Bir yıl sonra Pakistan, Aksai Çin bölgesinin Çin toprakları olduğunu kabul etti.

1965 İkinci Keşmir Savaşı:

Tarihin en kısa süreli savaşlarından birisi olan bu savaşta, her iki taraftan on binlerce kişi öldü. Çin yenilgisi sebebiyle kendini ispatlama derdinde olan Hindistan, yüksek askerî gücüne de güvenerek Pakistan’a savaş açtı. Özellikle Lahor şehrini havadan ve karadan bombardıman altına alan Hindistan, ağır zâyiat vererek çekilmek zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan en büyük zırhlı ve tanklı birliklerin iştirak ettiği savaş olarak tarihe geçmiştir.

1971 Sınır İhlâli Savaşı:

Savaşın neticesinde Doğu Pakistan olarak bilinen topraklar, bağımsızlık kazandı ve bugünkü Bangladeş ülkesi meydana çıktı.

1984 Üçüncü Keşmir Savaşı:

Tam bir savaş olmadı. Pakistan güçleri Hint topraklarını işgal etti. Daha sonra yapılan anlaşmayla Pakistan güçleri geri çekildi.

1999 Kargil Savaşı:

Keşmir’in Kargil bölgesinde karşı karşıya gelen iki ülkenin güçleri, 3 ay boyunca çarpıştı. Savaş, Pakistan’ın üstünlüğü ile neticelendi.