İHTİYARLAR

Zahit GENÇ genczahit@gmail.com

Vazife yaptığım okul, bir köy ortaokuluydu. Okulumuzun karşısında köyün büyük camisi, okul ile cami arasında uzayıp giden yolun üzerinde de çeşmeler vardı. Cami ile okul arasındaki çeşme; cemaatin abdest alması, öğrencilerin kullanması içindi. Diğeri ise yüz metre ileride çay ocağının karşısındaydı.

Çeşmeler harabe gibiydi, bakımsız hâlleri yüzlerinden okunuyordu. Yalnız caminin karşısındaki kesme taştan yapılmış büyük çeşmenin üzerinde, birisi bozuk ikisi sağlam olan üç musluk kalmıştı.

İyi ki cuma namazı vardı, cuma günleri camiye gelenler burada abdest alıyordu. O da olmasa, zamanla sağlam musluklar da bozulacak çeşme tamamen harap olacaktı.

İster karlı bir kış günü, ister güneşli bir bahar günü, isterse de sıcak bir yaz günü olsun; şirin bir çeşme başında sohbet etmenin, îtinâ ile güzel bir abdest almanın, huşû ile îfâ edilen bir ibâdetin gönüllere verdiği huzurun zevkini ancak tadan bilirdi…

Çay ocağının karşısında bulunan aynı büyüklükteki diğer çeşme ise daha bakımsızdı. Muslukları kırılmış, yenileri takılmamış, musluk yerlerine ağaç kazıklar çakılmıştı. Taş duvarları da yemyeşil yosun bağlamıştı.

Terk edilmişliğin, unutulmuşluğun acısını taş duvarlarda bile okumak mümkündü.

Bunların yıllar önceki hâlleri hayalimde canlandı. «Pırıl pırıl musluklardan şırıl şırıl akan suları, buz gibi sulardan besmele ile abdest alanları, yaz sıcağında kana kana su içenleri, bu büyük nimete yapılan şükürleri düşündüm.»

Şimdi bunların hiçbiri yoktu. Susuz, musluksuz, duvarları yosun tutmuş, harabe hâline gelmiş, bu garip kalmış çeşme, içimi sızlattı.

Her ne sebepse köylüler muslukları yenileme ihtiyacı duymamıştı. Yazık olmuştu çeşmelere, boş yere heder edilmişti.

Bu çeşmenin yanında üç tane söğüt ağacı vardı. Diğer çeşmenin arkasında da bir tane büyük akasya ağacı bulunuyordu.

Salkım söğütlerin dalları yeni yeşermeye başlıyor, yaprak filizleri domur domur olmuş büyümeye hazırlanıyordu. Baharın başlangıcıydı. Buraların baharı da soğuk oluyordu. Haziran’ın onuna kadar akşamları soba yakılabiliyordu.

Dersler bitmişti, öğretmenlerle beraber çay içmek için okulun yakınındaki çay ocağına gelmiştik.

Söğütlerin altında beş ihtiyar vardı; birisi ayakta, diğerleri ağaç sandalyelere oturmuş hem sohbet ediyor hem de çay içiyorlardı.

Günlerden cuma olunca namaz için erkenden gelmişler, namaz saatini bekliyorlardı. İhtiyarların ikisi yakın köydendi ve bunların evi buraya, bu köyün evlerinden daha yakındı. Diğer üçü de bu köyde oturan insanlardı.

Hepsinin de yaşları yetmiş, seksen civarındaydı. Hepsi de sakallıydı. Kalın giyinmişlerdi. İkisinin ayağı mestli, başı bereliydi. Diğerlerinden birisi kalpaklı, ötekileri şapkalı idi.

Çaycı genç biriydi, ihtiyarlara takılıp duruyordu. Yakın köyden gelen ihtiyarlardan köse sakallı olana döndü;

“–Hocalar misafir sayılır; bunların çay parası senden ha, ama dikkat et cebinde akrep var elini sokmasın!” diyerek güldü.

Sonra da öğretmenlere bakarak;

“–Hocam; bu adam hayatında kimseye çay ısmarlamaz, eli cebine varmaz, cebinde akrep var.” dedi.

Kalın gri paltosuna bürünmüş, başında siyah beresi olan ihtiyar hiç istifini bozmadı; diğerleri gülüştüler.

O bu şakalara alışmış görünüyordu; hiç lâfı üstüne almadı, bastonuyla yerleri gıdıklayıp duruyordu. Onu kızıştıramayınca çaycı bir diğerine takıldı:

“–Hocam; şu gördüğünüz ufak tefek, kısacık ihtiyar var ya; şimdi böyle sakin durduğuna bakmayın, bunun gençliğini bilenlere bir sorun, pire gibi bir adamdı.

Ele avuca sığmaz biri, nerede düğün-eğlence, orada bu da var. Halay çeker, horon teper, kafa her zaman çakır keyif, ceketinin iç cebinde votka, pantolonunun arka cebinde şarap şişesi hiç eksik olmazdı.”

Çaycının takıldığı bu adam; yaş olarak da boy olarak da ihtiyarların en küçüğü idi. Hattâ en sevimlisi idi, çocuk gibi güleç bir yüzü vardı.

Kıyafeti bile diğerlerinden farklıydı. Dirsek kısmı siyah meşin yamalı kalın kışlık ceketi, kadife pantolonu ve siyah kalpağı ile «müzelik bir adam» diye tanımlanan bir tipti.

Kendisi için söylenenlere hiç kızmadı, derin bir «âh» çekti;

“–Câhildik, çok hata yaptık, gençliğimiz boşa geçti. Gerçi şimdi bile şu ölümü düşünmesem, kabri aklıma getirmesem şeytan ve nefis yine aynı yanlışları yaptıracak. Allâh’ım bizleri affetsin!” dedi

Çaycının ihtiyarları rahat bırakmaya niyeti yoktu; bu defa ayakta duran, komşu köyden gelen diğer ihtiyara döndü;

“–Hüseyin Amca! Şu yediğin eşek derisi olayını hocalarımıza da anlat, onlar da dinlesin!” dedi.

Diğerlerinden daha yaşlı görünen bu ihtiyar; bastonunu belinin arkasına geçirmiş, iki ucundan elleriyle tutarak ayakta duruyordu.

Üzerinde kalın bir ceket, ayağında bol bir pantolon, başında boz bir bere vardı. İhtiyarların en iri yarı olanı idi.

Sessiz, mülâyim, mütebessim duran diğer yaşlılardan farklıydı. Heybetli, vakur duruşu gençliğinde yaman bir delikanlı olduğunu anlatıyor; yüzündeki ciddiyet, bakışındaki derinlik onun çok güngörmüş biri olduğunu söylüyordu.

Hocalardan biri;

“–Dede, otur da öyle anlat, ayakta yorulma!” dedi. Hocaların kendisine merakla baktığını gören Hüseyin Dede; oturmak niyetinde değildi, ayakta anlatmaya başladı:

“–Ruslar doğuyu işgal ettikleri sırada Tirebolu’ya kadar geldiler, köprüyü bizimkiler yıkmıştı, Harşit çayını geçemediler. O sırada on iki yaşlarında bir çocuktum, anne ve babam ölmüştü. Kimsesiz, aç, susuz, perişan bir hâldeydim.

Çayın bu tarafındaki köylere, buralara Rus askerleri gelmişti. Herkes karşı kıyıya kaçıyordu. Ben de Tirebolu’ya gittim. Bir demirci bana acıdı, yanına çırak olarak aldı. Bir kalacak yerim ve yatacak yatağım yoktu. Akşama kadar dükkânda çalışıyor, akşam olunca da dükkânda yatıyordum.

Yarı aç, yarı tok bir hâlde günlerim geçiyordu. Bir akşam yiyecek hiçbir şey bulamadım. Çok acıkmıştım, açlıktan duramaz olunca, dükkândaki körüğün derisini kestim, suya ısladım, parça parça kesip yedim.

Sabah olunca usta dükkâna geldi. Ocağı yaktık, ateşi harlatacağız.

Ustam bana bakarak;

«–Oğlum körüğü getir.» dedi.

Ben de hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi aldım götürdüm. Korkumdan hiçbir şey diyemedim.

Ustam körüğü aldı eline, baktı derisinin yarısı gitmiş;

«–Vay namussuz fareler, bizim eşek derisinden yapılmış körüğümüzü yemişler!» diye söylendi.

Onu yiyen farenin ben olduğumu diyemedim, işten çıkarır ya da döver diye korktum. Hiç ses çıkarmadım, o da başka bir şey demedi. Anlayacağınız bizim yediğimiz, eşek derisiymiş.

İşte Hocam, biz böyle günler yaşadık. Açlık, sefâlet, hastalık, düşman işgali, kimsesiz, yetim bir hâlde çok zor günler geçirdim.

Şimdiki nesil çok şanslı; yediği önünde, yemediği ardında, çeşit çeşit giyecekler, ulaşım araçları ne ararsan her şey var.” dedi.

İhtiyar; daha Rus zulmünden, çekilen sıkıntılardan bahsedecekti ama vakit kalmamıştı, ezan okunmak üzereydi.

Öğretmenler, ihtiyarlardan iyi-kötü çok şey dinlediler.

Cuma namazı için gelmişlerdi ama hoş olmayan çok konular da dile geldi. Bir ihtiyarın gençken yaptığı çapkınlıkları, bir diğerinin sarhoşlukları anlatıldı.

Kiminin malının çokluğu, kiminin cimriliği, kiminin gevezeliği gibi birçok hoş olmayan konular dile getirildi.

Alınları kırışmış, yüzleri buruşmuş, belleri bükülmüş, dişleri dökülmüş, saçı sakalı ağarmış bu ihtiyarlara daha saygılı davranılmalıydı. Şakanın da bir ölçüsü olmalı, yapılan şakalar insanı incitmemeliydi.

İşin tuhafı… bunları anlatırken ihtiyarlar neşelenip gülüyor, yaptıkları hatalardan fazla pişmanlık duymuyordu. Ya da öyle görünüyorlardı. İç dünyalarında kim bilir neler vardı…

Cuma namazı vakti geldi, ezan okundu; öğretmen ve öğrencilerden bir kısmı namaza gitti, bazıları gitmedi. Kimi inanmadığı için kimi de gafletinden namaza gitmemişti.

İnanan inandığı gibi, inanmayan da inanmadığı gibi bir hayat yaşıyordu. Gaflet içinde olanlara ne demeliydi.

Büyüklerin söyledikleri gibi;

“İnandığı gibi yaşamayanlar yaşadıkları gibi inanıyordu. Hak’la meşgul olmayanları bâtıl istîlâ ediyordu…”

Namaz sonrası cemaat yola dizildi. Evlerine doğru yöneldiler. İhtiyarların arkasından baktım. Kimi uzun, kimi kısa, kimi zayıf, kimisi de tombul; bazısı aksayarak, bazısı öksürerek, bastonlu, bastonsuz yavaş yavaş gidiyorlardı.

Namazdan önce şakalaşan, birbirine takılan, gülen, neşeli ihtiyarlar gitmiş sanki yerlerine başkaları gelmişti.

Namazın verdiği huzur, feyiz ve mânevî hazla, camiden; ayrı bir kişilik yüklenerek çıkmışlardı. Hepsi vakur ve ciddî bir hâlde yürüyorlardı.

Her zaman, bir ömür boyu insanlar; camide, namazda Allâh’ın huzûrunda olduğu andaki o mânevî güzelliği, o huşû hâlini muhafaza edebilselerdi, hayat ne kadar güzel olurdu!..

Her insan eğer ömrü varsa; çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerini yaşayacaktır. Her dönemde de bedenen ve fikren değişikliklere şahit olacaktır. İnsan yaşlanınca güçten kuvvetten düşecektir, duyguları düşünceleri gençlikteki gibi olmayacaktır. Bir «mütefekkir» insanın hâlini;

“Gençler düşünebilse, ihtiyarlar yapabilse…” diye özetlemiş.

Anneye-babaya saygıyı, sevgiyi, itaati isteyen; onlara yaşlandıklarında incitmeden, «Üf!» bile demeden sabırla bakmayı emreden yüce bir dînimiz var. Toplumda yaşlılara verilen değer, bu yüzden büyüktür. Çocukluğumuz, gençliğimiz büyüklerimizin dizinin dibinde geçti. Onlardan samimî sevgiler gördük. Onlarla unutulmaz hâtıralar yaşadık. Önemli hayat tecrübeleri edindik.

Hiç unutamıyorum, bir gün yaşlı bir komşu teyze gelmişti. Babaanneme;

“–Eskidik komşu, eskidik artık…” deyince babaannem;

“–Bacım; ev eskir, eşya eskir, elbise eskir ama insan eskimez. İnsan yaşlanır.” diye cevap vermişti.

Gerçekten insan yaşlanınca; çocuklarının, torunlarının gözünde daha da değerli bir hâle geliyor. Bayramlarda ilk önce onlar ziyaret edilip elleri öpülüyor. Yaşlılarımızın gölgesinde, onların duâlarıyla büyümek mutluluğunu yaşamak ne güzel…

Bugün huzurevleri, kimsesiz yaşlılar için bir sığınak olabilir. Ama evlâtları olduğu hâlde huzurevine bırakılan, terk edilmişliğin, vefâsızlığın acısını kalbinde taşıyan yaşlılar için; buraları huzurevi olarak görmek pek mümkün değil.

Önemli olan şu ki; ihtiyarlıkta elden-ayaktan düşmemeye, kimseye yük olmamaya gayret etmektir. Bu duruma düşmemek için de her zaman çok duâ etmemiz lâzımdır.

Bu ihtiyarlık ki; insan ömrünün en olgun, en durgun, en vakur olduğu bir kısmıdır.

Acıların, kaygıların, zorlukların, sıkıntıların, yoklukların; bunlarla birlikte neşenin, sevincin, mutluluğun harmanlanıp yaşandığı ve tecrübeye dönüştüğü ibret alınacak hayatın kıymetli, müstesnâ bir dönemidir.

Kimi insan var beden olarak genç, rûhen yaşlıdır; kimisi de var rûhen genç, bedenen yaşlıdır.

Velhâsıl vücudun yaşlılığı, bedenin yorgunluğu, kuvvetin azlığı olsa da ihtiyarlık; rûhun ve gönlün hakikatleri en güçlü şekilde anladığı ve kavradığı en olgun devridir.

Ve bu ihtiyarlık; gençlere gelecekte nasıl olacağını anlatan yazısız bir kitap, sonunda bu duruma düşeceklerini hatırlatan samimî bir uyarıcı, gerçekleri gösteren sırlı bir ayna gibidir.

İhtiyarlık aynasında, ihtiyarların yüzünde kendi geleceğini görüp bir gün kendisinin de ihtiyarlayacağını düşünenlere; hayatını Hakk’ın rızâsına uygun olarak yaşayıp kurtuluşa erebilenlere ne mutlu!

Her gelen gidecek, ne gelir elden…
İbretle bak, dinle, ne söyler deden;
Gönül yaşlanmazmış, yaşlanan beden,
Yaşlanmak kaderse, üzülmek neden…