BAKA BAKA KARARDIK!..

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz ay yine bir kadının eski kocası tarafından öldürülmesi ile gündem, kadın cinayeti alârmına geçti. Medya; bu mevzuyu çok konuşmanın, çok gündemde tutmanın savunmasını yaparken «toplumda duyarlılık ve farkındalığı artırmak»tan dem vuruyor; «Şimdiye kadar işe yaradı mı?» diye düşünülmüyor.

Aksine örnek oluşturması, tepkinin gitgide azalması ve sıradanlaşması ihtimali de hiç az değil. Öyleyse konuyu sadece gerekli kişiler, gerekli yerlerde doğru bir üslûpla konuşsa daha doğru olmaz mı? Yani ilim irfan gözüyle, sebep sonuç irtibatı çerçevesinde, istatistikleri, örnek vak‘aları inceleyerek, toplumun gelenek görenek birikimini göz önünde tutarak bu tabloyu akıllıca değerlendirmek daha iyi netice vermez mi?

Bir örneğini ele alalım. İstatistiklere göre cinayetler en fazla, kadınların boşanmak istemesi veya boşandıktan sonra evlenmek istemesi yahut da çocukları görmekle ilgili anlaşmazlıklara bağlı olarak işleniyormuş. Haber bültenlerine akseden örnek olaylar da çoğu zaman bu tarz hikâyeler. Ama hikâyeye biraz daha yakından bakılınca, cinayet işleyen kişinin alkol veya uyuşturucu kullandığını da görüyoruz.

Boşanmaya bağlı mağduriyetlerin en ağırı, taraflardan birinin kötü alışkanlıkları olan güvenilmez biri olmasıyla ortaya çıkıyor. Az da olsa uyuşturucu-alkol bağımlısı anneler de var ama maalesef toplumumuzda alkol kullanmak erkekler arasında daha yaygın. Yeşilay Derneğinin bir araştırması vardı:

“Neden erkek çocukları; alkol veya uyuşturucu kullanmak, suç örgütlerine katılmak ve benzeri hâllere daha çok düşüyor?” sorusuna cevap olarak şöyle açıklamalar sıralanmıştı:

“Yaratılış olarak erkeklerin daha cüretkâr, meraklı ve maceracı bir karakteri olmasının yanı sıra aileler de erkek çocuklarını daha az kontrol ediyor. Erkek çocuğuna bir şey olmaz zannediliyor. Okuldan sonra uzun süre dışarıda zaman geçiren çocukların, hemen eve giden çocuklara nazaran beş kat daha fazla kötü alışkanlıklara bulaştığı biliniyor.”

O yazıda rastlamadım ama aslında bunlara şu da ilâve edilebilir: Toplumumuzda arka sokaklardan yayılan bozuk bir erkeklik telâkkîsi var. Erkeklik, kural tanımazlık ile eşleştiriliyor. Sanki erkekler hep ağzı bozuk olur. İster din, ahlâk, ister görgü kuralı veya sağlık kuralı olsun hiçbir kurala uymaz. Hep düzene kafa tutar, aykırı olur, saygısız, kaba saba olur. Ailevî sorumluluk nedir bilmez, anne babayla ilgilenmez, çocuklarının terbiyesiyle uğraşmaz, eğlence mekânlarına takılır, onunla bununla hırlaşır.

Dikkat edilirse son zamanlarda çekilen dizilerde, filmlerde bu tipler çok yaygın. Suç işlemeyi hayat tarzı hâline getirmiş, hayatı hep malûm mekânlarda geçen, aile hayatı olmayan bu kişiler; çok eğlenceli, sempatik, sıra dışı vs. gösterilir. Onların o umursamaz hayatı «özgürlük» olarak lânse edilir.

Hâlbuki o görüntünün ardında; -en hafif tabiriyle- izzetsizlik, îtibarsızlık hattâ insanlıktan mahrumiyet vardır. Gerçek hayatta bu tiplerin çoğunun leşi, bir gün bir çöplükte kokuşmuş hâlde bulunur ve teşhis bile edilemeyip kimsesizler mezarlığına gömülür. Ölmeden önce de ömrü uzun olanların; bir zaman mezbelelik yerlerde, barakalarda, gazete kâğıtları arasına büzüşmüş bir hâlde sefâlet çektiği görülebilir. Ama filmlerde, dizilerde çocuk ve gençlerimize işin bu gerçek yüzü gösterilmez.

Bir şeyleri gerçekten düzeltmek istiyorsak, işe önümüze çıkan ilk suçlunun yakasına sarılıp; «Vurun cânîye, idam edin, cezasını indirmeyin sakın!» diye yaygara yapmak yetmiyor. Bu gidişi gerçekten düzeltmek gibi bir dert varsa, işe en baştan başlamak gerekiyor.

Ülkemizin bilhassa batı kesiminde artık zihniyet o derece bozulmuş ki; kadınlar evliliklerinde yaşadıkları mağduriyetlerden dert yanarken, kocalarının kötü alışkanlıklarından bahsetmeye bile çekiniyorlar. Çünkü kocasının içkisine karışan kadın kötü kadın, dırdırcı kadın olarak görülüyor. Hattâ kadınlar da bunu kabullenmiş; «İçsin ama efendice içsin.» diyorlar. Çünkü kendileri de öyle bir ailede büyümüşler, kendileri de dînî kaidelere uymuyorlar.

Bir gün bir kadın dert yanıyordu:

Kocasının küçük ev eşyaları dükkânı varmış;

“–«Ev kira, dükkân kira, bari bir de elemana maaş ödemeyelim.» dedim, yardıma gitmeye başladım. Ama zamanla sorumlulukları üzerime yıktı. Evle de dükkânla da ilgilenmez oldu. Kasayı boşaltıyor, gidiyor, gelmiyor. Ne dükkâna mal alıyor, ne eve bakıyor. Bir işte çalışsam, maaşım, sigortam olurdu. Karın tokluğuna sabahtan geceye kadar çalışıyorum elime bir şey geçmiyor.” diye anlatıyor.

“–İçkisi, kumarı var mı?” diyorum. Nedense hoşlanmıyor;

“–Var ama asıl mesele o değil. Nice içenler var, evine de bakıyor.” diyor. Yani sırf kocasının karakteriyle alâkalı bir problem gibi görmek istiyor.

Hâlbuki bu ilmî bir yaklaşım değil. Bilim adamları kesin bir şekilde ortaya koyuyor ki bağımlı insanın beyni; normal, yetişkin bir insandan beklendiği gibi çalışmaz. O insan, sadece bağımlısı olduğu maddeyi temin etmeye odaklanmıştır ve başka bir şey düşünemez hâle gelmiştir. Sorumluluklarını düşünemez, karşısındaki insana verdiği sıkıntıyı idrak edemez. Çünkü beyinde tahribat başlamıştır. Hattâ tahribat arttıkça kişiliği değişir, saplantılı düşünceler âdeta kişiliği haline gelir.

Bir insana;

“İçki haram, hiç içmeyeceksin!” demek tutarlıdır ama;

“Ölçülü iç, efendice iç, bağımlı olma!” demek tutarsızdır. Çünkü bu maddeler bağımlılığa yol açar, bu, o insanın elinde olan bir şey değildir ki… Hiç içmemek eldedir ama bağımlı olmamak elde değildir.

Yapılan araştırmalara göre alkolle ilgili hiçbir problemi olmamış kişilerin yüzde doksan gibi büyük çoğunluğu, hiç içmeyenlermiş. Hiç içmeyenlerin de yüzde doksana yakını;

“Dînî inancımdan dolayı içmiyorum.” diyenler. Bunlar hep istatistik sonuçları…

Dînimiz bizi böyle muhafaza ederken; bize izzetli, haysiyetli bir hayat yaşama yolunda güzelce rehberlik ederken buna sırt çevirmek ne büyük bir kayıp.

İkinci bir problem de, kötü örneklerin toplumda yaygınlaşmasına bakarak aşırı genelleme yapmak ve;

“Bütün erkekler güvenilmezdir.” gibi ideolojik sonuçlar çıkarmak. Bu da kasıtlı yapılıyor.

«Kadının kendi ayakları üzerinde durması şart, evlilik kurumu o kadar güvenilir değil!» diyebilmek için sû-i istimal ediliyor. Hâlbuki yetmiş milyonluk bir ülkede her gün nice suçlar işlendiği gibi, bazı kadın cinayetleri de işleniyor.

Aynı gün milyonlarca aile reisi; evine bakmak için, çocuklarına gelecek hazırlamak için bazen çok zor ve tehlikeli mesleklerde bile çalışıyor. Ama onlar haber olmuyor. Meselâ; iş kazalarında ölenlerin yüzde doksandan fazlası erkekler. Kadınlar o kadar tehlikeli iş kollarında pek nâdiren çalışıyor. Ayrıca vatanı için şehid olanların da büyük çoğunluğu yine erkek kardeşlerimiz.

O yüzden «erkek şiddeti» gibi genelleyici ifadeler kullanan medya kuruluşlarının bozuk zihniyetini reddediyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiği gibi, kadınlar ve erkekler birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Âyet-i kerîmede Rabbimiz buyuruyor:

“İster erkek, ister kadın olsun, Benim yolumda çaba gösterenlerden hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım. Çünkü, hepiniz birbirinizdensiniz…” (Âl-i İmrân, 195)

Biz yalnız kadın-erkek değiliz; anneyiz, babayız, kardeşiz, atayız, neneyiz… Kızlarımız için olduğu kadar oğullarımız için de yanar yüreğimiz. Onun için; her şeyden önce kendilerine yazık etmesinler, ömürlerini pişmanlıkla sona erdirmesinler diye hepsini iyiye, güzele, olgunluğa, kemâlâta teşvik etmeli, ifsâd edici zihniyetlerden korumalıyız.

Gençlerimize; maçoluk, serserilik, holiganlık gibi modellerin asla erkek rûhuna aradığı izzet ve îtibarı kazandırmayacağını, bilâkis hastalıklı bir tip ortaya çıkaracağını anlatmak gerek.

Bu medya kuruluşları; gerçekten kadın cinayetlerini engellemek istiyorlarsa, ifsaddan vazgeçseler yeter. Kadın ve erkekleri birbirine karşı kışkırtan, aile yapısını tahrip eden, suç ve mafya hayatını öven dizileri yayınlamasalar, cemiyete karşı biraz mes’ûliyet hissetseler en büyük iyiliği yapmış olurlar.