TUZAĞI ve ÇAREYİ GÖRMELİ!

Yunus Sami EŞMELİ yunussamiesmeli@hotmail.com

Bir akşam vaktiydi.

Ebû Şehm -radıyallâhu anh-’ın yanından bir genç kız geçiyordu.

Nefsine uydu ve kızı yakasından tutup çekti. Nihayet çok geçmedi ki nefsinin bu tuzağını gördü ve bırakıp oradan hızlıca uzaklaşıverdi.

Sabah oldu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlardan bey‘at alıyordu, Ebû Şehm’in bey‘atını kabul etmedi. Sonra da;

“–Şimdi de yakayı tutup çeken mi geldi?” diye buyurarak sahâbîsini îkaz etti.

Ebû Şehm;

“–Vallâhi bir daha o fiili yapmayacağım!” dedikten sonra Efendimiz, onun bey‘atını aldı. (Bkz. Ahmed, V, 294)

Rasûl-i Zîşan Efendimiz’in mükemmel bir eğitim metodu bu. Sahâbîsinin gaflet ve yanlışını bertaraf edip onun kusurlu yaşayışını düzeltmeden onu makbuliyet halkasına oturtmadı. Eğrilmesine değil, düzelmesine sahip çıktı. Bu sebeple bir yanlış gördüğünde önce doğruyu gösterdi. Yani önce hatayı ve tashihi / düzeltmeyi idrâk ettirdi. Sonra da bunu uygulamaya dönüştürdü. Yani hâl ve ahlâk itibarıyla güzelleştirdi. Ancak bundan sonra onu makbuliyet halkasına kattı, kabul etti. Böylece O; en günahkâr vicdanları da en temiz bahtiyarlara tebdil etti, hattâ en vahşî kişilikleri bile en merhametli şahsiyetler hâline getirdi. Bu şekilde kutup yıldızları gibi nice müstesnâlar yetiştirdi.

İşte eğitim!

İşte fazîlet!

İşte İslâm ahlâkı!

O yüce Nebî:

«Hayâ, îmandan bir şûbedir.» (Müslim, Îmân, 58; Buhâri, Îmân, 3) buyurdu. Sayısız inceliklerle, sahip olduğu en güzel ahlâk ile İslâm medeniyetini inşâ etti. Bu medeniyet filizlendi, yeşerdi, boylandı ve bir çınar hâlini aldı. Bu medeniyet sayesinde;

Bizler, asırlar boyunca dünyaya örnek olduk. Hidâyetlere vesile olduk. Gönüller fethettik. İrfan ile yaşadık.

Dergâh denilen gönül eğitim merkezlerimizin girişlerine astığımız; «İllâ edep, illâ edep!» levhaları, ruhlarımızın ve karakterimizin mayası oldu. Rehberimiz Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in öğrettiği bir edeple ilimden irfana daima önde ve rehber olduk.

Bu medeniyet;

Mikrobu bulan Akşemseddinler yetiştirdi. Havan topunu îcat eden Fatih Sultan Mehmedler yetiştirdi.

Uçak yapıp uçmayı başaran ilk mûcitlerin Wright Kardeşler olmadığını biliyoruz. Onlardan tam 1023 yıl önce ilk uçağı yapan Ebû Firnas…

Kanatlarla uçan ilk âlim Hezarfen Ahmed Çelebi…

Cebir ilminin kurucusu Hârizmî…

Diğer taraftan doğuya karşı daima hırsız olan batı kaynaklarında Newton denir ya, yerçekimini ilk bulan Râzî…

Daha niceleri…

İslâm medeniyetinde daha nice emsalsiz zirveler var. Bu medeniyet; tarihten bugüne Hazret-i Peygamber ahlâkıyla yetişen sayısız âlimler, ârifler ve dehâlarla dopdolu. Her çağda böyle. Orta Çağ’da da dopdolu.

Fakat batının Orta Çağ’ı, tam bir kâbuslar devri. Orada gerçek ilim ve eğitim nâmına her şey kıskaçta idi. Sadece kiliselerin zulmü altında bir işleyiş vardı.

Meşhurdur:

Müslüman âlimlerden tercüme edilen eserler sayesinde, astronomiyle alâkalı hakikatlerden etkilenen Galileo; Kilise’nin iddia ettiğinin aksine, dünyanın döndüğünü söyledi. Söyledi de, Avrupalılar tarafından alkışlandı mı? Tebrik edildi mi? Ödüllendirildi mi?

Ne gezer!

Derhâl engizisyon mahkemesine verildi. Ömür boyu hapse mahkûm edildi. Çaresiz, bu cezadan kurtulmak için ifadesini değiştirdi. Fakat yine de mahkeme kapısından çıkarken şöyle demekten kendini alamadı:

“‒Dönmüyor dedirseniz de dünya dönüyor!”

Bu gerçeğin kaynağı olan İslâm medeniyeti, her sahada batı medeniyetinin önündeydi. Asırlarca da böyle oldu.

Lâkin;

Gün geldi… Devran değişti. Biz, başarılarımızın getirdikleriyle rehâvete kapıldık. Dün bize mağlûp olanlar; bizim bu gafletimizi fırsat bilip, bize karşı kazanmanın yollarını aramaya başladılar.

Fark ettiler ki;

Müslüman Türk milletini; köklü medeniyetinden, kültüründen, değerlerinden ve inancını sağlam yaşamaktan uzaklaştırmadıkça onları yenmek mümkün değil.

Kollarını sıvadılar. Bileğimizi harp meydanlarında bükemedikleri için sinsi tuzaklarla üzerimize geldiler. Açıktan açığa bize;

“‒İnancınızı bırakın, kültürünüzden uzaklaşın, medeniyetinizi unutun!” demediler.

Çünkü bu, daha sağlam bir şekilde îmânımıza sarılmaya yarardı. Dolayısıyla bizde mânen yapmak istedikleri tahribat ve yıkımların adına;

«Çağdaşlık» dediler.

«Asrîleşmek» dediler.

«Serbestlik» dediler.

«Özgürlük» dediler.

«Modernlik» dediler.

«Reform» dediler.

Herkesin balıklama dalacağı en cilâlı ve süslü kelimelerle hareket ettiler. Sayısız câzip kılıflar ve usûller ürettiler. Bize sundukları eğitim paketleri, kalkınma paketleri alabildiğine göz kamaştırıcı oldu; içlerinde ise daima özlerimizi vîran eden zehirler vardı.

O zehirden içenler iflâh olmadı. Frenk hastalığına yakalandı.

Çareler (!) ise yabancı medeniyetlere benzemek ve onların dediklerini yapmak şeklinde reçetelendirildi. Hâlbuki sapasağlam devâsâ bir bünyeyi «hasta adam» yapan ârıza, bu reçetenin ta kendisiydi.

Bu reçete (!), hangi sağlam yönümüz varsa oraya tatbik edildi. Çağlar ve çığırlar açan dehâları yetiştiren eğitim sistemine de tatbik edildi, aile yuvalarına da, toplumun gönül yapısına da.

Frenk’ten gelen bu tuhaf reçete yüzünden her şey karmakarışık oldu. Eğitim ve ahlâkî değerler de karıştı, altüst oldu. Karışık eğitim normalleşti âdeta. Fakat anormal problemlerin ortasında sıkıştı nesiller.

Anormal problemler… Yığın yığın… Gazete köşeleri bunlarla dolu… Anne-babalar, eğitimciler, iş dünyası vesaire; «Bir dokun bin âh işit!» kabîlinden ne feryatlarla dolu. O kadar acı tablolar var ki, aman yâ Rabbî!

Niçin?

Âh, bu feryatların çaresi ve reçetesi gibi topluma enjekte edilen sinsi tuzaklar! Bakanlar görebilmeli. Bu sinsi tuzakları mutlaka görmeli.

Ama;

Önce Hazret-i Peygamber’in yüce bir ahlâk üzere mükemmel şahsiyetler inşâ eden düsturlarını hatırlamalı, yaşamalı ve yaşatmalı!

Nesiller; tekrar, Hazret-i Peygamber’in Ebû Şehm -radıyallâhu anh-’a uyguladığı terbiye ve düstur ile yetişmeli. İşte bunun için eğitim karmaşık değil, berrak olmalı. Tâ ki tertemiz nesiller yetişsin…