NASİHAT: DOĞRU YOLDAN AYRILMA!

Ahmet M. ZİYLAN

Bizler -elhamdülillâh- müslümanız, mü’miniz.

Allâh’ın varlığına ve birliğine, kitaplarına, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’e, peygamberlerine ve ümmeti olmakla şereflendiğimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, âhirete, mahşer gününe, cennetine-cehennemine, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine -elhamdülillâh- inanıyoruz, îmânımız var, bunları biliyoruz.

“Allah’tan başka ilâh yoktur. Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- O’nun kulu ve Rasûlüdür!” demişiz, şahâdet getirmişiz, İslâm’ı seçmişiz, îmân etmişiz, doğru yolu bulmuşuz demektir.

Lâkin;

Sadece inanmak ve; «İnandım!» demek yetmez;

Hareketlerimizi, yaşantımızı ve davranışlarımızı, bu doğru yolun emirlerine göre sürdürmemiz şarttır.

Kendi nefsime de, evlâtlarıma da, bu yazının hitap edeceği her yaştan muhatabıma da seslenerek şu hakikatleri bir kez daha hatırlatmak istiyorum:

Ey insan!

Nefsânî arzular seni kötü yola çekmek için çalışır. Îmanlı insan ise, aklı ve inandığı kitabın emirleri ile amel ederek, Allah’tan korkacak, doğru yoldan ayrılmayacaktır. İnsan, bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Bütün mahlûkatın efendisi ve en güzelidir. Diğer canlılar ise doğar, büyür, yer-içer ve ölürler. Mes’ûliyetleri yoktur. Ama insan öyle değildir. İyiyi-kötüyü ayırt ederek ona göre hareket etmek mecburiyetindedir. Yaptığı her davranıştan da sorumlu tutulmuştur.

Âyet âyet, hadis hadis bildiriliyor ki, şu sualler; mutlaka ve mutlaka sana, bana, hepimize sorulacaktır:

•Gençliğini, o en kıymetli zamanını nasıl geçirdin?

•Paranı helâlinden mi yoksa haramla, zulümle mi kazandın?

•Kazancını hayırlı işlerde, helâl yerlerde mi harcadın yoksa gösteriş için israf edip savurganlık mı yaptın?

•Yoksa cimri olup hiç mi harcamadın?

•İnsanlar ve bütün yaratılanlar için ne yaptın?

•Namazlarını vakitlerinde edâ ettin mi?

•Oruçlarını tuttun mu?

•Varlıklı isen hacca gittin mi?

•Zekâtını tam tamına verdin mi?

•Bütün bu ibâdetlerini huşû ile yaptın mı?

En küçük iyilik ve en küçük günah bile mutlaka âhirette sorulacak, hesap verilecektir. Her insan, verdiği hesaba göre ya mükâfatlandırılacak ya cezalandırılacaktır. Orada yalan söylemek veya inkâr etmek; asla fayda etmeyecek, ilâhî videoda sana her şey gösterilecek, cennetin yahut da cehennemin yolu sana açılacak, pişmanlık fayda vermeyecektir.

Ey insan!..

İbâdetleri eksiksiz yapmak için Kur’ân’ı okumaya ve anlamaya, en azından ibâdetleri yapabilecek kadar namaz sûrelerini ezberlemeye, ilmihâl bilgilerini ve İslâmî kaideleri öğrenmeye ihtiyaç vardır. Peygamber Efendimiz’in hayatını öğrenmeye, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmaya, O’nu çok sevmeye, İslâmî eserleri okumaya, öğrenmeye ve öğrendiklerimizle amel etmeye gayret etmemiz lâzımdır. Bunları yaptığımız takdirde İslâmî vazifelerimizi yerine getirmiş oluruz.

Şu hususu da unutmamalıyız ki;

Bütün bu yaptıklarımızı Allah rızâsı için yapmamız şarttır. «Desinler… Görsünler…» kabîlinden yaparsak riyâdan, gösterişten öteye gitmez, hiçbir faydası olmaz.

Yaşantımızı İslâmî kaidelere göre sürdürmeliyiz!

Bunları yaparsak hem âhiretimizi hem de bu dünyamızı kazanırız. Yaşadığımız müddetçe gönlümüz geniş, huzurumuz yerinde, herkesi seven, herkesçe sevilen, şirkten ve kibirden uzak, Hakk’a saygılı, kanaatkâr ve mutlu insanlardan oluruz.

Böyle yaşayınca umarız Allah da bizden râzı olur. Allâh’ın râzı olduğu kul da Allah’tan gelene, verdiğine ve vereceğine râzı olur. Kalbi tertemiz ve huzurlu olur. Kendisi huzurlu ve mutlu olunca bu huzur, babasına, anasına, akrabasına ve bütün insanlara sirâyet eder, inşâallah bu mutluluk âhirete kadar devam eder.

Kişinin bu mutluluğunun devamı için; ibâdetlerini aksatmaması; kimseye kötülük yapmaması; herkesle iyi geçinmesi; mütevâzı olup akrabaları ve fakirleri unutmaması; kul hakkına ve harama bulaşmamaya dikkat etmesi; sabırlı olup, tatlı sözlü, güler yüzlü, çalışkan ve dürüst olması; yaptığı işi güzel, hatasız yapması; verdiği sözü yerine getirmesi; girişimci olup işlerinde başarılı olması; başarılarını kendinden değil, Allâh’ın fazl u kereminden olduğunu bilmesi, bunun için Allâh’a çok çok şükür ve hamd etmesi; günahlarına tövbe etmesi; Allâh’ın huzûrunda olduğunu hiçbir zaman unutmaması gerekmektedir. Bunlar son nefesimize kadar devam etmelidir.

Ey insan!..

Cenâb-ı Allah Asr Sûresi’nde yemin ederek meâlen;

“Bütün insanlar hüsrandadır!” buyurmuştur. Bu hüsrandan ancak;

•Allâh’a îmân edenleri,

•Sâlih amel işleyenleri ve

•Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenleri istisnâ tutmuştur. Yani ebedî hüsrandan kurtuluşun yegâne yolu, bunların hepsinin ihlâsla yapılmasıdır.

Öyleyse ey insan unutma ki;

Bazılarının;

“Ben ibâdet yapamıyorum ama benim kalbim temiz!” demesi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir.

Bu âyet-i kerîmede, böyle düşünenler yeminle îkaz edilmiştir.

Böyle düşünen bütün kardeşlerimizin hemen tövbe ederek İslâm’a ve ibâdete sıkıca sarılması, huzuru bulması gerekmektedir.

Hele hele;

Bir kişinin, ibâdet etmeyip bir de;

“–Bu asırda bunlar da olur mu?” diyerek dînin hakikatlerine dil uzatması, -Allah esirgesin- dinden ve îmandan da çıkması demektir.

O hâlde;

İnkâr etmekten sakınmalı, şirkten korunmak için sözlerimize dikkat etmeliyiz. İbâdetlerine devam eden kişilerin bile, nefsin şerrinden kurtulmak için «Nefis Cihâdı» yapması, yani nefsiyle, nefsinin kötü duygu ve arzularıyla mücadele etmesi gerekmektedir.

Nitekim;

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebük Seferi’nden dönerken;

“–Küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurmuş;

“–Büyük cihad nedir?” diyenlere;

“–NEFİSLE SAVAŞ…” buyurmuş ve nefisle cihâdın önemini anlatmıştır. (Bkz. Süyûtî, II, 73; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 141/2873; Ali el-Müttakî, IV, 430/11260)

O yüce Peygamber dahî;

“Nefsin şerrinden Allâh’a sığınırım!” buyurmuştur.

O dahî böyle niyaz ediyorsa; ibâdetlerini yapmayıp basite alanların, nefsinin arzularından ayrılmayan, gafil yaşayanların vay hâline!

Böyle bir kişi sanki frensiz-direksiyonsuz arabaya binmiş; her an bir belâya, bir uçuruma düşecek demektir. Böyle bir durumda ne hazin hâllere düşeceği bellidir.

Hulâsa;

Nefsin uçurumuna düşersen hem bu dünyada ve hem de âhirette hâlin harap demektir.

Muhterem Hocam Osman Nûri TOPBAŞ, bir sohbetinde hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle anlatmışlardı:

“Kâinat hâdiseleri üzerinde tefekkür eden insan;

«Bu cihan nedir?

Niçin yaratıldı?

Fânî günlerin hakikati, mahiyeti nedir?

Saâdet yolu hangisidir?

Velhâsıl kimin nesiyim, nasıl yaşamalıyım, nasıl düşünmeliyim ve bu fânî âleme nasıl vedâ etme hazırlığı içinde olmalıyım?..» şeklinde uzayıp giden istifhamların cevabını aramalıdır.

Topyekûn kâinat; ince kudret akışları ve hassas bir hesap içinde çalkalanırken, âlemin en üstün varlığı ve ziyneti olan insanın hesapsız, gelişi güzel, nefsâniyetine mağlûp olarak hareket etmesi ne hazindir!”

Bu tefekkürle;

İnsanın omuzlarında iki melek olduğunu; bizim yaptığımız her hayır ve her şerri yazdığını hatırımızdan çıkarmamalı, ona göre hareket etmeliyiz. Attığımız her adıma, yediğimiz her lokmaya, söylediğimiz her söze, giydiklerimize, bindiğimiz arabalara, tavır ve hareketlerimize çok dikkat etmeliyiz.

Başkalarının iyiliği için elimizden geleni yapmalı; Yaradan’ın emirlerine, Peygamber’in sünnetine, sıkıca sarılmalıyız. Allâh’ın rahmetinden, Peygamber Efendimiz’in şefaatinden mahrum olma korkusu içimizden çıkmamalı; her an Allâh’ın huzûrunda olduğumuzun şuuru içinde olmalıyız.

Ölümün hak olduğunu, dünyanın geçici olduğunu, âhiretin bâkî olduğunu düşünüp, ona göre bir hayat tarzı seçip hem bu dünyamızı hem âhireti kazanmaya gayret etmeliyiz.

Allah’tan gelene râzı, şikâyetsiz bir şekilde, yaşantımıza devam etmeli, her işimize «Besmele» ile başlamalıyız. Böyle yapmaz, gaflet içinde yaşarsak iki günlük fânî dünya gelip geçecek, pişmanlık fayda vermeyecektir.

Ey insan!

Bilhassa Allâh’ın varlık nasîb ettiği kardeşim, evlâdım, arkadaşım!

Nefis ve şeytan, hattâ bazı insanlar seni tahrik edecek;

“–Sen üstünsün, sen zekîsin, akıllısın, güzelsin, yakışıklısın, güçlüsün, zenginsin, iyilik seversin, dürüstsün, sen nelere lâyıksın, sana bu yakışıyor mu, senin gibi var mı!..” gibi sözlerle seni pohpohlayacak.

Maâzallah;

Bunlara kanarsan; üzerine gelen kibirle kimseyi beğenmeme, kendini herkesten üstün görme gafletine bürüneceksin, sözde hâlâ mütevâzı olduğunu söyleyecek, ama icraatta hiç de öyle olmayacaksın.

Bu ruh hâli seni;

Ya aşırı israfa sevk edecek her şeyde israf edecek bunun adına da cömertlik diyeceksin. Yani müsrif, savurgan biri olup çıkacaksın!

Yahut da aşırı cimri olup;

“–Ben kazandım!” deyip, kibirle, fakirleri, yoksulları ve müşkülde olanları görmeyerek;

“–Onlar da akıllarını kullansınlar, kendileri de kazansınlar, yesinler!..” diyeceksin. Yani acımasız, gaddar biri olup çıkacaksın!

Eğer bu korkunç gafletle devam edersen;

Aşırı lüks yaşama arzun, nefsin teşviki ile hiçbir zaman tatmin olmayacak, hep senden yükseklere bakacak, bu sebeple de mutlu olmayacak, sigara, içki, uyuşturucu, zinâ ve kumar gibi kötü alışkanlıklara bulaşacak, kendini kurtaramaz hâle geleceksin.

İşin başında bunların kötü olduğunu bildiğin;

“–Ben hiç böyle kötü alışkanlıkları yapar mıyım?!.” dediğin hâlde, farkında olmadan kendini bu felâket girdabının içinde bulacaksın.

“–Ben arkadaşlarla içki masasına oturuyorum ama içki içmiyorum, kumar masasına oturuyorum, seyrediyorum ama kumar oynamıyorum, uygun olmayan kadınlarla arkadaşlık yapıyorum, ama zinâ yapmıyorum.” gibi gafilce, şaşkınca sözler, nefsinin seni kandırmak ve tehlikeye yaklaştırmak için uydurduğu yalanlardan başka bir şey değildir, şer bataklığına düşeceksin demektir.

Ey varlıklı insan!..

Ne kadar zengin olsan, ne kadar paran olsa güvenme, her zaman ihtimal dâhilinde olan şu ahvâli gözünün önüne getir:

Neyin varsa hepsi yok olmuş, ne kadar hünerli ne kadar şöhret olsan da her şey bitmiş.

“–Ben böyle olacak adam mıydım?!.” diye başkalarına haset etmektesin. Bir zamanlar maiyetinde olup seni pohpohlayan kişiler ve nefsin, sana dirsek çevirmiş. Sen de bunun üzerine herkese kin güdüp, nefret eder hâle gelmişsin!..

Bu hâle düşmeni «kötü şans»a bağlayıp kendini haklı, herkesi suçlu görür olmuşsun.

Bu gidişâtın sonu karanlık:

Her şeyden şikâyet eden, kendinle kavgalı, hayatı sevmeyen, insanları sevmeyen, kalbi daralan, daima sıkılan, ne yapacağını bilmeyen duruma düşecek, çok pişman olacaksın.

Durum böyle olunca;

Kalbin; kin, haset, nefret, zan, şüphe ve bütün günahlarla kaplanıp kapkara olacak. Ne sen kimseyi seveceksin ne de kimse seni sevecektir. Hakk’a saygın kalmayacak, yalan söylemek, kandırmak ve kul hakkına tecavüz gibi fecî günahlar, sana normal şeyler hâline gelecek.

Bu bir faraziyeden ibaret değil!

Ben birçok tanıdığım kişinin bu duruma düştüğüne şahit oldum. Genç yaşlarında perişan bir hâlde göçüp gittiler, yazık oldu.

“Böylelerinin dünyası böyle ise; ya öbür tarafta, mahşer gününde çekeceği azap ne olur?” diye bir düşün! Herhâlde bu dünyada çektiği azap, âhirettekinin yanında pek cüz’î kalır.

“Benim kalbim temiz!” diyen sevgili kardeşlerim;

İçindeki yaşadığımız zaman o kadar kötü ki; sende nefs-i emmâre ve şeytan, ortamda da felâket canavarları olduğu müddetçe, İslâm’a ve Kur’ân’a tam sarılmadıysan ne zaman hangi uçuruma düşeceğin meçhuldür! Böyle bir âkıbet gelmeden hiç bekleme, derhâl tövbe et! Bu dünyanı ve âhiretini harap etme ne olur!..

Hiç bekleme;

“–Daha gencim, nasıl olsa ileride tövbe eder ibâdetlerime başlarım.” deme! Ölüm hemen geliverir, geçirdiğin boş zamana ve sana yazık olur.

İşte bu saydığımız kötü vaziyetlere bulaşmamak, bu kötü hâllerden uzak durmak gerek. Bahsettiğimiz fâsık arkadaşları ve kötü alışkanlıkları hemen terk etmek, azimle, irade ile samimî olarak tövbe edip, ibâdetleri aksatmadan yapmak gerek.

Ey kardeş!

Kendini düşünmüyorsan, anne-babanı düşün!

Bu durumu basite alan, namaz kılmayan, ibâdetlerini tam yapmayan kardeşlerimizin babalarını ve annelerini bir düşünün.

Allah’tan, Peygamber’den sonra, canından bile çok sevdiği evlâtlarının ayağına bir diken batsa, kendi ayağına batmış gibi ıstırap çeken, çocuğunun eline bir sıcak çay dökülse; «Aman yavrumun eli yandı!» diye ne yapacağını şaşıran o anneler, o babalar…

O şefkatli anne-babalar, çok sevdikleri evlâtları, yarın mahşer günü hesabı veremezse ya cehennemde yanarsa diye tedirgin olmazlar mı? Istırap çekmezler mi? Perişan olmazlar mı?

Anne-babalarını bu acılara sevk eden kardeşlerim!

Başınızı ellerinizin arasına koyun ve düşünün!.. Bir an önce, çok çok tövbe ederek azimle, nefsin tesirinden çıkarak, dîn-i İslâm’a sarılın. Nefsinizi her türlü kötülükten uzaklaştırın. Allâh’a kulluk edin. Anne ve babanızın duâsını alın, siz de kendinize ve Muhammed ümmetine duâ edin.

Gelin hep beraber, hepimiz yalvaralım:

Ulu dergâha niyâz edelim:

Allâh’ım bizi bu dünyada ve öbür dünyada mutlu, bahtiyar kullarından eyle! Doğruyu görmeyi, doğruyu söylemeyi, dosdoğru olmayı bize nasîb eyle!

Allâh’ım!

Nefsimizin şerrinden; şeytanın şerrinden;

Gözümüzün, kulağımızın ve dilimizin şerrinden;

Servetin, şehvetin ve şöhretin şerrinden;

Bütün şerlerden bizi koru!

Günahlarımızı affeyle Allâh’ım!

Mü’minleri doğru yoldan ayırma!

Allâh’ım!

Hepimize îmânımızla, günahlarımızdan arınmış bir şekilde, yüz akı ile, son nefesimizi şahâdet getirerek vermeyi nasîb eyle!..

Âmîn…