BİR TUĞLA OLABİLMEK!

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

İstanbul’a çocukluğumda her yaz tatilinde gelir, adım adım sokaklarını gezerdim. İlk İstanbul’a geldiğim yıl 1976 idi ve 10 yaşındaydım. Süleymaniye Camii’ni görünce o kadar şaşırmıştım ki; «Bu kadar büyük bir cami nasıl olur? Ne büyük sanat ne büyük bir işçilik ne büyük bir mânevî enerji böyle büyük bir camiyi ortaya çıkardı?» diye düşünmüştüm. Aradan yıllar geçti ve 1990 yılında İstanbul’a yerleşmek üzere geldiğim zaman tekstil sektöründe hizmet veren o yılların iş insanı Osman Ağabeyimiz, beni ve o yıllarda üniversitede okuyan öğrenci kardeşimizi de alarak bize Süleymaniye Camii’ni anlattı. Anlattı derken; zannetmeyin ki bir rehber gibi; «Şu tarihte yapıldı, mimarı şuydu, padişah şuydu…» diye anlattı. Elbette hayır. Sanki caminin mimarî projesini çiziyormuş gibi heyecan ve mânevî bir ruhla anlatıyordu ki biz de onun yanında âdeta işçiydik. O anlatıyor; biz de sanki taş taşıyor, camiyi inşâ ediyorduk. Yok, abartmıyorum belki de daha az bile anlatıyorum. Süleymaniye Camii gözümüzde değil, kalbimizde tuğla tuğla büyüyordu. Caminin anlatımı elbette birkaç saatte bitmedi, hattâ birkaç günde bile bitmedi. Her bir araya geldiğimizde; Unkapanı’ndaki iş yerine müsait oldukça gider, cami ile bilmediğimiz diğer elmas değerindeki bilgileri kendisinden öğrenirdik.

İşte bu anlatış sırasında Osman Ağabeyimiz bizlere bir soru sormuştu:

“–Kuzum bu caminin taşları var, tuğlaları var. Kullanılmış, bakın bir cami olmuş. Peki, biz dünyada iken acaba bu tuğla gibi miyiz? Neyi ya da neleri inşâ ediyoruz?”

Tabiî cevabı bilmiyoruz, 24 yaşında gençler olarak yüzüne baktık ve cevabı kendisinden bekledik. Caminin hünkâr mahfilinin olduğu yere oturduk ve Ağabeyimiz bize hayatımız boyunca kılavuz olacak şu sözleri tane tane bir baba şefkati ile tebessüm ederek söyledi:

“–Bakın kardeşler! Asırlar önce yapılmış bir eser, bir tuğla ile başlamış. Binlerce tuğla, taş bir araya gelmiş böyle mükemmel bir eser ortaya çıkmış. Bazı tuğlalar hastahâne olmuş, aşevi olmuş, çeşme olmuş, misafirhâne olmuş. Kısaca insanlığa hizmet için; «Ben bir tuğlayım, ne yapabilirim?» dememiş. Kendisini bir kenara çekip de; «Benden ne olur ki ben bir tuğlayım.» dememiş. Tuğla olduğunun farkında olarak kendisini duvar ustasının eline teslim etmiş ve en güzel bir şekilde eserin içerisinde kendi yeri olarak neresi tayin edilmişse orada en güzel bir şekilde vazifesini îfâ etmiş. İşte bizler de Rabbimiz’in bize verdiği akıl, ferâset, îman sayesinde kendimizi yetiştirmeli; dünyada iken hem kendimizi inşâ etmeli hem de başka insanların inşâsı için eğer imkânımız varsa yardımcı olmalıyız.”

Not: Mevzu ile alâkalı aşağıdaki kısa videoyu mutlaka seyretmenizi tavsiye ederim.

Bir Müslüman Dünyanın Gidişinden Kendini Mes’ul Görür

Kısaca:

İnsan kelimesi, Kur’ân’da tekil ve çoğul (ins, enâsî, ünâs ve nâs) olarak 330 küsur yerde geçmektedir. En yüksek kullanım; 241 rakamıyla, bir çoğul şekil olan «nâs: İnsanlar» kelimesinindir. Kur’ân’ın her şeyden önce bir kelâm mûcizesi olduğu dikkate alındığında, bu kullanımdan şu sonucu çıkarmak mümkün görülebilir:

Kur’ân; biricik muhatabı olan insanı, her şeyden önce bir toplum varlığı, bir sosyolojik varlık olarak görmektedir.

“Ona hem kötülük, hem de ondan sakınma yolu ilham eden hakkı için ki: Nefsini maddî ve mânevî kirlerden arındıran, (KENDİNİ EĞİTEN) felâha erer.” (eş-Şems, 8-9)

“İnsan bir imkânlar varlığıdır. Yani istenildiği şekilde ona yön ve biçim verilebilir. İnsanı insanla eğitirken; kendi düşüncelerine göre değil, insanüstü kanunlardan gelen metodlara göre eğitilmelidir. Aksi takdirde tohumu yeşertirken ezer, kabiliyetleri geliştirirken körletir, neticede insanı insanın esiri hâline getiririz.”

(1. https://dergipark.org.tr/download/article-file/101155)